1915' TEN 2007' YE
ZEKAKÜBÜ :: FIKRALAR :: MÜNAZARA BÖLÜMÜ :: POLİTİKA :: GÜNCEL KONULAR
1 sayfadaki 1 sayfası
1915' TEN 2007' YE
[size=12]
1915’ten 2007’ye...
İnal Karagözoğlu
‘ERMENİ soykırımı’ söylemi ilk ortaya çıktığında, ‘Ermeni diyasporası’ sözünü bilmezdik. Bunu, çok çok sonraları Batılı dostlarımızdan (!) duyduk. Ve üzerine atılıverdik. Batı’ya olan hayranlığımız bunu gerektiriyordu. Diyaspora aşağı, diyaspora yukarı... Bir sözcük daha kazanmıştık... Dilimiz zenginleşme yolunda bir adım daha atmıştı. Toplumca bağrımıza bastık onu. Kendilerini ‘daha da Batılı’ sayanlarımız ise, bu lafı ‘diaspora’ diye söylemeye özel bir özen gösterdiler.
İşin gerçeği, ‘Ermeni diyasporası’ tanımlaması, o dostlarımızın bir yakıştırması olarak ‘Ermeni soykırımı’ savı bağlamında dolaşıma sokulmuştu. ‘Diyaspora’ sözcüğü Yunancadan geliyor. İngilizcesi Diaspora *.
“Ermeni soykırımı oldu mu olmadı mı” sorusunun kesin yanıtını tarihçilere/bilimada mlarına, özellikle de hukukçulara bırakıp bu ‘diyaspora’ sözcüğüne biraz yakından bakalım:
Sözlükler, bu sözcük için, “sürgün edilen Yahudiler’in dünyanın her tarafına yayılması” açıklamasında birleşiyor. ‘Diyaspora’nın İncil’deki anlamı ise, ‘Kudüs’ün dışındaki Yahudi Hıristiyanlar’ ... Ve bu anlamıyla bir özel ad; hani, yazım kurallarına göre büyük harfle başlaması gereken bir ad.
‘Ermeni diyasporası’ söylemi, ‘diyaspora’nın Yunancadaki anlamıyla uyuşmuyor: Osmanlı’nın Ermeniler için 1915 yılında uygulamış olduğu ‘göç ettirme’ işlemini ‘sürgün’ olarak tanımlayıp buradan ‘Ermeni diyasporası’ söylemine varmak, en hafifinden bir ‘anlam zorlaması’nın dik âlâsıdır.
Demek oluyor ki, bu kavramı, dünyanın türlü ülkelerinde yaşamakta olan Ermeniler’le ilgili olarak kullanmak ise daha daha yanlıştır
Peki, o Ermenistan dışında dünyanın türlü ülkelerinde yaşamakta olan Ermeniler için ‘sürgündeki Ermeniler’ tanımlamasını yapabilir miyiz? Hayır. Almanya’da, Belçika’da, ABD, Avustralya vb. ülkelerde yaşayan/yerleş miş olan Türkler ya da Türk asıllılar için yapamayacağımız gibi... Şundan ötürü yapamayız: O Ermenileri, Türkleri yerlerinden süren olmadı ki... Üstelik, bu ‘sürgünde olma’ yakıştırması, ‘Ermeni soykırımı’ savını ortaya atanlarca Osmanlı’yla, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’yle ilişkilendiriliyor ki, bu yakıştırma, her şeyden önce o savla çelişmekte. Öyle ya, Ermeniler soykırıma uğratıldıysa sürgün edilenler kim? Anlaşılır gibi değil. Şunu da ekleyeyim, ‘sürgündeki Ermeniler’ -ben onlara ‘tuzu kuru Ermeniler’ diyorum- neden ülkelerine dönmezler ki?!..
Ve Bir Açık Mektup
Tam yeridir: benden on üç yaş küçük olan kız kardeşimin bir yazısını aktarmak istiyorum. Yazı, Sigorta Dünyası dergisinin 31 Mart - 29 Nisan 2001 tarihli sayısında (483. s.) yayımlanmış bir açık mektup:Pekrik Madam ile Muzaffer Öğretmen.
“Sevgili Arkadaşım Rejan” diye başlamış mektubuna kardeşim:
[/size]
«Unutmamışsındır, Tokat'ta siz Ardala Sokağı'nda otururdunuz, biz Behzat Caddesi'nde. Aslında aynı sokakta biz de size çok yakın komşu olmuşuz iki kez. Sık sık gelirdik size. Annemle annen çok iyi anlaşır, dertleşirlerdi. Ablam Birgül'le ben de seninle akrandık. Size geldiğimiz bir gün üçümüze birer minik bardak verdi annem. Herhalde Yüzbaşıoğulları'ndan almıştır. O zamanlar Tokat'ın ithal mallar da satan en ünlü mağazasıymış. Duralex marka. Kırılmazmış elden düşerse. Annem bunu söyledi ve denemesini de yaptı, yere attı bardağı; kırılmadı tabii. Hepimiz şaşırmıştık. Annem ve Madam Teyze içerde konuşmaya, biz dışarda, kapı girişinde oynamaya daldık. Ahşap evin beş-on basamakla çıkılan yüksekçe girişine palalar yayılmıştı. Galiba bir de sedir vardı. Biz tahta aralarından başladık bardakları aşağıya atmaya. Süpürüle basıla sıkışmış toprağa düşen bardaklar "pat" diye ses çıkarıyor, sağa sola zıplıyor, ama kırılmıyordu. Üçümüz bir aşağıya bir yukarıya inip çıkıyor, bardakları yeniden aşağı atıyorduk. Bardakların kırılmayışı bizi çok eğlendiriyordu. Gülüşmelerimiz ve terliklerimizin basamaklarda çıkardığı ses anneni meraklandırmış, n'oluyor diye gelip bakmıştı. Kapıda durup "Bak hele bak Hocanım" diye gülüşünü hep anımsarım.
«Çocukluğumun en tatlı anıları arasında parlak bir yaz günü de var. Yine sizin evde. Evinizin yüksek duvarlarla çevrili, sokaktan görülmeyen bahçesinde çeşitli meyve ağaçları vardı. Kayısılar, kirazlar... Bahçenizin çok özel bir de şeftalisi var: Sarı-yeşil renkte, zar gibi incecik kabuğu bir tarafından çekince hepsi birden soyuluveren, değişik kokulu, iri. O denli sulu ki, yerken üstüme akıtmayayım diye annem bir eliyle başımı arkadan öne doğru bastırıyor, diğer eliyle kocaman şeftaliyi tutmama yardım ediyordu. Ağaçta olgunlaşmış çeşitli meyveler, ye yiyebildiğin kadar; unutmak ne mümkün.
«Biz Tokat'tan sizden önce ayrıldık, 1954'ün Kasımı’nda. Annem İstanbul'a gelmeyi ne kadar çok istese de annenden zor ayrılmıştı. Yirmi iki yıllık can dostuydular. Neyse ki arası fazla açılmadan siz de geldiniz. Bir akşam dediler ki "Madamlara gidiyoruz". Biz Yeşilyurt'ta oturuyorduk, siz Bakırköy'de. Sevinç içindeydik. Herkes arkadaşına kavuşmuştu. Varujan Ağabeyinle İnal Ağabeyim, aralarındaki yaş farkına karşın iyi anlaşırlardı. Annen neler ikram etti neler: "Hocanım sen seversin". Eve dönerken "bunlar size" diye verdiğiniz bir bez torba içindeki Madam'ın mezzeki sakızlı çörekleri buram buram kokuyordu.
«Yine sık sık gelmeye başlamıştık size. Genellikle gündüzleri, okul dönüşü, cumartesi günleri veya yaz tatilinde, bayramlarda. Giriş katında otururdunuz. Otomatiğe bastıktan sonra mutlaka dışarıya çıkar karşılardın bizi, "Fevziyegil" , "Birgülgil" diye seslenirdin annene. Hemen bir sofra donatırdınız. Madam Teyze'nin (Annem madam dediği için bizim Madam Teyze'mizdi annen. Adının Pekrik olduğunu bilsek de) ikramları her zaman kendine hastı, lezzetliydi; çok severdik. Yaz günleri biber ve domatesle yarattığı çeşit çeşit lezzet hâlâ damağımda. Yumurtalı ekmek kızartırdınız, bir başka olurdu. Tokat'la ilişkiniz sürüyordu; "Yeni geldi Hocanım" diyerek sunardı Madam pastırmayı. Kuşburnu perveri, pestil, köme, dut kurusu... Ev eriştesi, dolmalar... Mutfağınızın kokusu başkaydı.
«Yeme içme ilişkinin bir yönüydü elbet. Asıl olan arkadaşlıktı. Pekrik Madam annemden altı yaş büyüktü. Dünya görüşleriydi onları anlaştıran. Her dertlerini paylaşırlardı. Kimbilir neydi uzun uzun konuştukları, her buluşmada yeniden. Eğer annemin bir sıkıntısı varsa "Dur hele Hocanım, sana bir kahve pişireyim" derdi annen, sonra da fal bakarlardı karşılıklı. Fal bahanesiyle söyleyeceğini söylerdi Madam ve dertler unutulur gülüşmeler başlardı. Biz de balkonda oynar, çok eğlenirdik.
«Annenin elinden dikiş gelirdi. Singer el dikiş makinesi hep ortada olurdu. Bizim için de bir şeyler dikerdi. Annemin sık sık getirdiği frenkgömleklerinin yedek yakalarını ve manşetlerini seve seve değiştirmiştir. Senin de elin yatkındı elişine; tığların, dantellerin, örgülerin vardı. Enstitüye gittin, çok ünlü bir terzinin yanına girdin ve yetiştin. Zaten Bakırköy'de çok iyi Ermeni terziler, çeyiz yapan hanımlar vardı. Annem, Madam'ın önerdiği bir terziye giderdi. Ablamın çeyizini de yine sizin akrabalarınız hazırlamıştı. Senin elbiselerinin ne kadar güzel olduğunu ve annenin de her zaman şık bir manto giydiğini anımsarım hep.
«Ağabeyin Varujan kuyumcuydu. Kapalıçarşı'da Tokat Pazarı adlı küçücük bir dükkânı vardı, ancak bir iki kişinin ayakta durabileceği. Sonra işini büyüttü. Annem hep ona gider, onun gönderdiği kuyumculara, gümüşçülere güvenirdi.
«Annem öldükten sonra 37 yıllık arkadaşlığın anılarını, Pekrik Madam bize her zaman aktardı. Sık sık giderdim ziyaretine, "Ben de Hocanım'ı düşünüyordum" derdi. Çoğu kez çocuklarımı da götürürdüm. Herkesi tek tek sorardı, "İnalım nasıl, Duyalım ne yapıyor, Kemalim..." diye. Sevgi sözcükleri hiç eksilmezdi ağzından. Annemin zeytinyağlı dolmasını, pilavını, helvasını, güllacını, aşuresini ballandırarak anlatırdı. Tokat’a getirdiği çeyizi öve öve bitiremez, “Hocanım un çuvalıydı, silktikçe tozardı" derdi. Büyükanneme gösterdiği saygıdan ise, "Adabımuaşeret bilirdi" diyerek söz ederdi.
«1977'de evlenip Toronto'ya gittin. Üç Horon'daki nikâh törenine gelemedim ben, kızım yeni doğmuştu. Birgül anlata anlata bitiremedi, kilisenin nasıl süslenmiş olduğunu, törene katılanların şıklığını.
«1989'da Feriköy Vartanans Kilisesi'ndeki acı dolu törene ise katılmıştım. Kıpkırmızıydı Madam'ın yüzü, son derecede kederliydi. 60 yaşındaki oğlunu kaybetmişti. Kilisenin üst katında yapılan ikramda ayakta duramıyordu.
«Oğlunun ardından dokuz yıl yaşadı Kurtuluş'taki evlerinde. Uzun bir bölümü yatakta geçen bu süre içinde onu her fırsatta ziyaret ettim. Hasta haliyle bile esprilerini eksiltmeden anlatırdı anılarını. Son gidişim hariç kim olduğumu hep bildi; adımı çıkaramasa bile "En sevdiğimin kızı", "Hocanım'ın kızı"ydım ben. Sona Abla'nın nasıl bir gelin olduğunu biliyorsun. Annene hastalığında da saygı ve sevgisini eksiltmedi, bebek bakar gibi çok iyi baktı. Pekrik Madam 1998'de öldüğünde 91 yaşındaydı.
«Sevgili Rejan, seni ve kızlarını Türkiye'ye son gelişin 1989'da Yeşilköy'de görme fırsatım oldu. Şimdilerde Alin 23, Tamar 20 yaşında. Benim oğlum Onursal 25, kızım Dünya ise 24 yaşındalar. Yazık ki onlara bu sıcaklığı yaşatamadık.
«Annelerimiz, birbirlerinin kültürüyle beslenen bir dostluk kurmuşlardı. Gelenek ve göreneklerini tanıyor ve seviyorlardı. Onlar nice Pekrik Madamlar’dan, Muzaffer Öğretmenler’den yalnızca biriydi. Saygıyla anıyorum.
«Gözlerinden öperim.»
İmza: Fevziye Yazman.
1915’ten 2007’ye...
İnal Karagözoğlu
‘ERMENİ soykırımı’ söylemi ilk ortaya çıktığında, ‘Ermeni diyasporası’ sözünü bilmezdik. Bunu, çok çok sonraları Batılı dostlarımızdan (!) duyduk. Ve üzerine atılıverdik. Batı’ya olan hayranlığımız bunu gerektiriyordu. Diyaspora aşağı, diyaspora yukarı... Bir sözcük daha kazanmıştık... Dilimiz zenginleşme yolunda bir adım daha atmıştı. Toplumca bağrımıza bastık onu. Kendilerini ‘daha da Batılı’ sayanlarımız ise, bu lafı ‘diaspora’ diye söylemeye özel bir özen gösterdiler.
İşin gerçeği, ‘Ermeni diyasporası’ tanımlaması, o dostlarımızın bir yakıştırması olarak ‘Ermeni soykırımı’ savı bağlamında dolaşıma sokulmuştu. ‘Diyaspora’ sözcüğü Yunancadan geliyor. İngilizcesi Diaspora *.
“Ermeni soykırımı oldu mu olmadı mı” sorusunun kesin yanıtını tarihçilere/bilimada mlarına, özellikle de hukukçulara bırakıp bu ‘diyaspora’ sözcüğüne biraz yakından bakalım:
Sözlükler, bu sözcük için, “sürgün edilen Yahudiler’in dünyanın her tarafına yayılması” açıklamasında birleşiyor. ‘Diyaspora’nın İncil’deki anlamı ise, ‘Kudüs’ün dışındaki Yahudi Hıristiyanlar’ ... Ve bu anlamıyla bir özel ad; hani, yazım kurallarına göre büyük harfle başlaması gereken bir ad.
‘Ermeni diyasporası’ söylemi, ‘diyaspora’nın Yunancadaki anlamıyla uyuşmuyor: Osmanlı’nın Ermeniler için 1915 yılında uygulamış olduğu ‘göç ettirme’ işlemini ‘sürgün’ olarak tanımlayıp buradan ‘Ermeni diyasporası’ söylemine varmak, en hafifinden bir ‘anlam zorlaması’nın dik âlâsıdır.
Demek oluyor ki, bu kavramı, dünyanın türlü ülkelerinde yaşamakta olan Ermeniler’le ilgili olarak kullanmak ise daha daha yanlıştır
Peki, o Ermenistan dışında dünyanın türlü ülkelerinde yaşamakta olan Ermeniler için ‘sürgündeki Ermeniler’ tanımlamasını yapabilir miyiz? Hayır. Almanya’da, Belçika’da, ABD, Avustralya vb. ülkelerde yaşayan/yerleş miş olan Türkler ya da Türk asıllılar için yapamayacağımız gibi... Şundan ötürü yapamayız: O Ermenileri, Türkleri yerlerinden süren olmadı ki... Üstelik, bu ‘sürgünde olma’ yakıştırması, ‘Ermeni soykırımı’ savını ortaya atanlarca Osmanlı’yla, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’yle ilişkilendiriliyor ki, bu yakıştırma, her şeyden önce o savla çelişmekte. Öyle ya, Ermeniler soykırıma uğratıldıysa sürgün edilenler kim? Anlaşılır gibi değil. Şunu da ekleyeyim, ‘sürgündeki Ermeniler’ -ben onlara ‘tuzu kuru Ermeniler’ diyorum- neden ülkelerine dönmezler ki?!..
Ve Bir Açık Mektup
Tam yeridir: benden on üç yaş küçük olan kız kardeşimin bir yazısını aktarmak istiyorum. Yazı, Sigorta Dünyası dergisinin 31 Mart - 29 Nisan 2001 tarihli sayısında (483. s.) yayımlanmış bir açık mektup:Pekrik Madam ile Muzaffer Öğretmen.
“Sevgili Arkadaşım Rejan” diye başlamış mektubuna kardeşim:
[/size]
«Unutmamışsındır, Tokat'ta siz Ardala Sokağı'nda otururdunuz, biz Behzat Caddesi'nde. Aslında aynı sokakta biz de size çok yakın komşu olmuşuz iki kez. Sık sık gelirdik size. Annemle annen çok iyi anlaşır, dertleşirlerdi. Ablam Birgül'le ben de seninle akrandık. Size geldiğimiz bir gün üçümüze birer minik bardak verdi annem. Herhalde Yüzbaşıoğulları'ndan almıştır. O zamanlar Tokat'ın ithal mallar da satan en ünlü mağazasıymış. Duralex marka. Kırılmazmış elden düşerse. Annem bunu söyledi ve denemesini de yaptı, yere attı bardağı; kırılmadı tabii. Hepimiz şaşırmıştık. Annem ve Madam Teyze içerde konuşmaya, biz dışarda, kapı girişinde oynamaya daldık. Ahşap evin beş-on basamakla çıkılan yüksekçe girişine palalar yayılmıştı. Galiba bir de sedir vardı. Biz tahta aralarından başladık bardakları aşağıya atmaya. Süpürüle basıla sıkışmış toprağa düşen bardaklar "pat" diye ses çıkarıyor, sağa sola zıplıyor, ama kırılmıyordu. Üçümüz bir aşağıya bir yukarıya inip çıkıyor, bardakları yeniden aşağı atıyorduk. Bardakların kırılmayışı bizi çok eğlendiriyordu. Gülüşmelerimiz ve terliklerimizin basamaklarda çıkardığı ses anneni meraklandırmış, n'oluyor diye gelip bakmıştı. Kapıda durup "Bak hele bak Hocanım" diye gülüşünü hep anımsarım.
«Çocukluğumun en tatlı anıları arasında parlak bir yaz günü de var. Yine sizin evde. Evinizin yüksek duvarlarla çevrili, sokaktan görülmeyen bahçesinde çeşitli meyve ağaçları vardı. Kayısılar, kirazlar... Bahçenizin çok özel bir de şeftalisi var: Sarı-yeşil renkte, zar gibi incecik kabuğu bir tarafından çekince hepsi birden soyuluveren, değişik kokulu, iri. O denli sulu ki, yerken üstüme akıtmayayım diye annem bir eliyle başımı arkadan öne doğru bastırıyor, diğer eliyle kocaman şeftaliyi tutmama yardım ediyordu. Ağaçta olgunlaşmış çeşitli meyveler, ye yiyebildiğin kadar; unutmak ne mümkün.
«Biz Tokat'tan sizden önce ayrıldık, 1954'ün Kasımı’nda. Annem İstanbul'a gelmeyi ne kadar çok istese de annenden zor ayrılmıştı. Yirmi iki yıllık can dostuydular. Neyse ki arası fazla açılmadan siz de geldiniz. Bir akşam dediler ki "Madamlara gidiyoruz". Biz Yeşilyurt'ta oturuyorduk, siz Bakırköy'de. Sevinç içindeydik. Herkes arkadaşına kavuşmuştu. Varujan Ağabeyinle İnal Ağabeyim, aralarındaki yaş farkına karşın iyi anlaşırlardı. Annen neler ikram etti neler: "Hocanım sen seversin". Eve dönerken "bunlar size" diye verdiğiniz bir bez torba içindeki Madam'ın mezzeki sakızlı çörekleri buram buram kokuyordu.
«Yine sık sık gelmeye başlamıştık size. Genellikle gündüzleri, okul dönüşü, cumartesi günleri veya yaz tatilinde, bayramlarda. Giriş katında otururdunuz. Otomatiğe bastıktan sonra mutlaka dışarıya çıkar karşılardın bizi, "Fevziyegil" , "Birgülgil" diye seslenirdin annene. Hemen bir sofra donatırdınız. Madam Teyze'nin (Annem madam dediği için bizim Madam Teyze'mizdi annen. Adının Pekrik olduğunu bilsek de) ikramları her zaman kendine hastı, lezzetliydi; çok severdik. Yaz günleri biber ve domatesle yarattığı çeşit çeşit lezzet hâlâ damağımda. Yumurtalı ekmek kızartırdınız, bir başka olurdu. Tokat'la ilişkiniz sürüyordu; "Yeni geldi Hocanım" diyerek sunardı Madam pastırmayı. Kuşburnu perveri, pestil, köme, dut kurusu... Ev eriştesi, dolmalar... Mutfağınızın kokusu başkaydı.
«Yeme içme ilişkinin bir yönüydü elbet. Asıl olan arkadaşlıktı. Pekrik Madam annemden altı yaş büyüktü. Dünya görüşleriydi onları anlaştıran. Her dertlerini paylaşırlardı. Kimbilir neydi uzun uzun konuştukları, her buluşmada yeniden. Eğer annemin bir sıkıntısı varsa "Dur hele Hocanım, sana bir kahve pişireyim" derdi annen, sonra da fal bakarlardı karşılıklı. Fal bahanesiyle söyleyeceğini söylerdi Madam ve dertler unutulur gülüşmeler başlardı. Biz de balkonda oynar, çok eğlenirdik.
«Annenin elinden dikiş gelirdi. Singer el dikiş makinesi hep ortada olurdu. Bizim için de bir şeyler dikerdi. Annemin sık sık getirdiği frenkgömleklerinin yedek yakalarını ve manşetlerini seve seve değiştirmiştir. Senin de elin yatkındı elişine; tığların, dantellerin, örgülerin vardı. Enstitüye gittin, çok ünlü bir terzinin yanına girdin ve yetiştin. Zaten Bakırköy'de çok iyi Ermeni terziler, çeyiz yapan hanımlar vardı. Annem, Madam'ın önerdiği bir terziye giderdi. Ablamın çeyizini de yine sizin akrabalarınız hazırlamıştı. Senin elbiselerinin ne kadar güzel olduğunu ve annenin de her zaman şık bir manto giydiğini anımsarım hep.
«Ağabeyin Varujan kuyumcuydu. Kapalıçarşı'da Tokat Pazarı adlı küçücük bir dükkânı vardı, ancak bir iki kişinin ayakta durabileceği. Sonra işini büyüttü. Annem hep ona gider, onun gönderdiği kuyumculara, gümüşçülere güvenirdi.
«Annem öldükten sonra 37 yıllık arkadaşlığın anılarını, Pekrik Madam bize her zaman aktardı. Sık sık giderdim ziyaretine, "Ben de Hocanım'ı düşünüyordum" derdi. Çoğu kez çocuklarımı da götürürdüm. Herkesi tek tek sorardı, "İnalım nasıl, Duyalım ne yapıyor, Kemalim..." diye. Sevgi sözcükleri hiç eksilmezdi ağzından. Annemin zeytinyağlı dolmasını, pilavını, helvasını, güllacını, aşuresini ballandırarak anlatırdı. Tokat’a getirdiği çeyizi öve öve bitiremez, “Hocanım un çuvalıydı, silktikçe tozardı" derdi. Büyükanneme gösterdiği saygıdan ise, "Adabımuaşeret bilirdi" diyerek söz ederdi.
«1977'de evlenip Toronto'ya gittin. Üç Horon'daki nikâh törenine gelemedim ben, kızım yeni doğmuştu. Birgül anlata anlata bitiremedi, kilisenin nasıl süslenmiş olduğunu, törene katılanların şıklığını.
«1989'da Feriköy Vartanans Kilisesi'ndeki acı dolu törene ise katılmıştım. Kıpkırmızıydı Madam'ın yüzü, son derecede kederliydi. 60 yaşındaki oğlunu kaybetmişti. Kilisenin üst katında yapılan ikramda ayakta duramıyordu.
«Oğlunun ardından dokuz yıl yaşadı Kurtuluş'taki evlerinde. Uzun bir bölümü yatakta geçen bu süre içinde onu her fırsatta ziyaret ettim. Hasta haliyle bile esprilerini eksiltmeden anlatırdı anılarını. Son gidişim hariç kim olduğumu hep bildi; adımı çıkaramasa bile "En sevdiğimin kızı", "Hocanım'ın kızı"ydım ben. Sona Abla'nın nasıl bir gelin olduğunu biliyorsun. Annene hastalığında da saygı ve sevgisini eksiltmedi, bebek bakar gibi çok iyi baktı. Pekrik Madam 1998'de öldüğünde 91 yaşındaydı.
«Sevgili Rejan, seni ve kızlarını Türkiye'ye son gelişin 1989'da Yeşilköy'de görme fırsatım oldu. Şimdilerde Alin 23, Tamar 20 yaşında. Benim oğlum Onursal 25, kızım Dünya ise 24 yaşındalar. Yazık ki onlara bu sıcaklığı yaşatamadık.
«Annelerimiz, birbirlerinin kültürüyle beslenen bir dostluk kurmuşlardı. Gelenek ve göreneklerini tanıyor ve seviyorlardı. Onlar nice Pekrik Madamlar’dan, Muzaffer Öğretmenler’den yalnızca biriydi. Saygıyla anıyorum.
«Gözlerinden öperim.»
İmza: Fevziye Yazman.
ERMENİ DİASPORASI
Ermeni Diyasporası’ Öyle mi?!...
Şimdi, nasıl sormazsınız “‘Ermeni soykırımı’ ha, ‘Ermeni diyasporası’ ha” diye!?...
Bu sözleri dillerinden düşürmeyenler, 93 Harbi’nde neler olup bittiğini bilmezler mi? Bilmiyorlarsa, öğrenmek istemezler mi? Ve onca yaşananlardan sonra bile bu iki milletin birlikte yaşamayı sürdürdüğünü?!..
‘Ermeni diyasporası’ tanımlaması, ‘Ermeni soykırımı’ savından çok daha derin, çok daha kapsamlı amaçlara yönelik!.. ‘Diyaspora’ sözcüğünün albenisine kapılanlar oturup bir düşünmeli.
Delikanlılık çağını geride bırakıp da olguları irdeleme dönemine ayak basar basmaz ilk yaptığım şeylerden biri, ortak tatlı anılarımız bulunan bu Ermeni ailesinin bağlı olduğu yurttaş kümesine ilişkin yeni bigilerle donatmak oldu kendimi. Çıkış noktam, Pekrik Madam’ın kocası ‘Ali Amca’nın, ailece bize misafirliğe geldikleri bir kış gecesi sobanın başında babamla söyleşirken söylediği sözlerdi: “Çok çekti iki millet de Fikret Beyciğim...” Babam, ortaokul öğretmeni. Bu iki insan ne de koyu bir söyleşiye dalardı... Ben? Belli oldu ki, ileride kullanmak üzere ipuçları toplarmışım.
Gerçek adını bilmediğimiz, herkes gibi bizim de karısının ağzından duyduğumuz ‘Ali Efendi’ adıyla tanıdığımız ‘Ali Amca’, tek atlı yaylı arabasıyla köy köy dolaşır, değiş tokuş yöntemiyle oralardan yumurta, tahıl ve benzeri ürünler toplardı. Çorap şişi, düğme, iplik, boncuk, çıtçıt vb. karşılığında... Savaş yıllarında az mı kara ev ekmeklerini yemiştik Madamlar’ın... Konu komşuları da nasiplenirdi. .. Çarşıda ekmek karneyle... Ve Madam Teyze'nin o ekmekleri ki, Ali Amca'nın, kendisini 'Gâvur Ali' diye bilen köylü müşterilerinden avuç avuç topladığı tahıllardandı.
Ve Şimdi...
Bilmem ki, bir zamanlar ‘İnal Abi’si olduğum Rejan’ın çocukları da var mıdır ‘24 Nisan’larda Ottawa Büyükelçiliğimiz’ in önünde gösteri düzenleyenlerin arasında... Ve Rejan?
Bugünlerine sömürgenlikteki başarılarıyla ulaşmış bulunan devletlerin, hep bir ‘Türk – Ermeni çatışması’ yaratma çabasında olmalarının ananedeni, sömürgeciliğin ‘küreselleşme’ masallarına dönüştürüldüğü çağımızda çok daha iyi anlaşılmıyor mu?
* * *
Bu yazıyı geçen yıl 22 Nisan 2006 günü yazmıştım; başlığı 1915’ten 2006’ya...’ydı. Aradan koca bir yıl geçti, ama konu külleneceğine gitgide alevlendi; bu gidişle alevi körükleyecek dost (!)-düşman yeni yeni ne ülkeler çıkacak ortaya. Bu niye böyle olacak? Konuyu anlatmada yaya kalındığı için...●
Yarımca, 14 Nisan 2007
Şimdi, nasıl sormazsınız “‘Ermeni soykırımı’ ha, ‘Ermeni diyasporası’ ha” diye!?...
Bu sözleri dillerinden düşürmeyenler, 93 Harbi’nde neler olup bittiğini bilmezler mi? Bilmiyorlarsa, öğrenmek istemezler mi? Ve onca yaşananlardan sonra bile bu iki milletin birlikte yaşamayı sürdürdüğünü?!..
‘Ermeni diyasporası’ tanımlaması, ‘Ermeni soykırımı’ savından çok daha derin, çok daha kapsamlı amaçlara yönelik!.. ‘Diyaspora’ sözcüğünün albenisine kapılanlar oturup bir düşünmeli.
Delikanlılık çağını geride bırakıp da olguları irdeleme dönemine ayak basar basmaz ilk yaptığım şeylerden biri, ortak tatlı anılarımız bulunan bu Ermeni ailesinin bağlı olduğu yurttaş kümesine ilişkin yeni bigilerle donatmak oldu kendimi. Çıkış noktam, Pekrik Madam’ın kocası ‘Ali Amca’nın, ailece bize misafirliğe geldikleri bir kış gecesi sobanın başında babamla söyleşirken söylediği sözlerdi: “Çok çekti iki millet de Fikret Beyciğim...” Babam, ortaokul öğretmeni. Bu iki insan ne de koyu bir söyleşiye dalardı... Ben? Belli oldu ki, ileride kullanmak üzere ipuçları toplarmışım.
Gerçek adını bilmediğimiz, herkes gibi bizim de karısının ağzından duyduğumuz ‘Ali Efendi’ adıyla tanıdığımız ‘Ali Amca’, tek atlı yaylı arabasıyla köy köy dolaşır, değiş tokuş yöntemiyle oralardan yumurta, tahıl ve benzeri ürünler toplardı. Çorap şişi, düğme, iplik, boncuk, çıtçıt vb. karşılığında... Savaş yıllarında az mı kara ev ekmeklerini yemiştik Madamlar’ın... Konu komşuları da nasiplenirdi. .. Çarşıda ekmek karneyle... Ve Madam Teyze'nin o ekmekleri ki, Ali Amca'nın, kendisini 'Gâvur Ali' diye bilen köylü müşterilerinden avuç avuç topladığı tahıllardandı.
Ve Şimdi...
Bilmem ki, bir zamanlar ‘İnal Abi’si olduğum Rejan’ın çocukları da var mıdır ‘24 Nisan’larda Ottawa Büyükelçiliğimiz’ in önünde gösteri düzenleyenlerin arasında... Ve Rejan?
Bugünlerine sömürgenlikteki başarılarıyla ulaşmış bulunan devletlerin, hep bir ‘Türk – Ermeni çatışması’ yaratma çabasında olmalarının ananedeni, sömürgeciliğin ‘küreselleşme’ masallarına dönüştürüldüğü çağımızda çok daha iyi anlaşılmıyor mu?
* * *
Bu yazıyı geçen yıl 22 Nisan 2006 günü yazmıştım; başlığı 1915’ten 2006’ya...’ydı. Aradan koca bir yıl geçti, ama konu külleneceğine gitgide alevlendi; bu gidişle alevi körükleyecek dost (!)-düşman yeni yeni ne ülkeler çıkacak ortaya. Bu niye böyle olacak? Konuyu anlatmada yaya kalındığı için...●
Yarımca, 14 Nisan 2007
ZEKAKÜBÜ :: FIKRALAR :: MÜNAZARA BÖLÜMÜ :: POLİTİKA :: GÜNCEL KONULAR
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz