Davranışçılık ve Değerler
1 sayfadaki 1 sayfası
Davranışçılık ve Değerler
BERTRAND RUSSELL
Davranışçılık ve Değerler
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu, onun da Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog. (Ç.N) olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu, davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. "Hissetme" özellikle iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. "Bilme" gırtlağın hareketlerinden ibarettir. "İsteme" ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur. Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde,
onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır. Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu anlayışının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun "erkekliğinin" onun sporculuğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal'idir. Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.)) Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır. Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Ç.N)) Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.)) Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veya kanıtlara uygun olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır. İlk olarak geleneksel hıristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı'nın iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum
metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını, varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır. İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu "etik" olarak değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur. Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.
Davranışçılık ve Değerler
Ciddi bir Amerikan dergisinde dünyada bir tek davranışçı olduğu, onun da Dr. Watson (John Broadus Watson (1878-1958): Amerikalı Psikolog. (Ç.N) olduğu yolunda bir ifadeye rastlamıştım. Ben, çağdaş düşünceli olan ne kadar insan varsa o kadar da davranışçı olduğunu söylerdim. Bu, davranışçıların üniversitelerde daha yaygın olduğu, ya da bizzat benim bir davranışçı olduğum anlamına gelmez -Rusya ve Çin'i gördükten sonra, zamana ayak uyduramamış olduğumu farkettim. Ancak nesnel (objektif) özeleştiri beni çağdaşlaşmamın yerinde olacağını kabule zorluyor. Bu makalede, benim gibi, bilimde çağdaş olan şeyleri kabul ettikleri halde, yaşamaya değer şeyler konusunda kendini Ortaçağlılıktan kurtaramayan kişilerin karşılaştıkları bazı güçlükleri ortaya koymak istiyorum. Davranışçılığın yalnızca değerler ile olan mantıksal ilişkisini değil; ana hatlarıyla benimsenmesi durumunda bu doktrinin sıradan insanlar üzerindeki etkisinin ne olacağını da sorgulamak istiyorum.
Davranışçılık, psikanaliz gibi bir çılgınlık haline henüz gelmemiştir; ancak bir gün gelirse, popüler şekli, kuşkusuz, Dr. Watson'un öğretilerinden değişik olacaktır -popüler Freudculuk Freud'dan ne kadar farklıysa o kadar farklı.
Davranışçılığın popüler versiyonu sanırım şöyle bir şey olacak: Eskiden hissetmek, bilmek ve istemek gibi üç işlevi yürütebilen akıl diye bir şeyin var olduğu düşünülürdü. Şimdi ise, akıl diye bir şeyin var olmadığı, yalnızca bedenin var olduğu kesinlik kazanmıştır. Bütün eylemlerimiz bedensel süreçlerden ibarettir. "Hissetme" özellikle iç salgı bezleri gibi iç organlarla ilgili bir olaydır. "Bilme" gırtlağın hareketlerinden ibarettir. "İsteme" ise uzun kaslara bağımlı bütün diğer hareketlerden oluşur. Geçenlerde, ünlü bir entellektüel ile bir dansöz evlendiğinde,
onların birbirlerine uygunluğu konusunda kuşkularını dile getirenler oldu. Bir davranışçının bakış açısından bu kuşku yersizdir; biri kol ve bacak kaslarını, öteki de gırtlak kaslarını geliştirmiştir.
Demek oluyor ki, mesleğin farklı dallarında olmakla beraber, her ikisi de birer akrobattır. Yapabildiğimiz tek şey bedenimizi hareket ettirmek olduğuna göre, bu öğretinin popüler yandaşlarının, bundan, vücudumuzu olabildiğince çok hareket ettirmemiz gerektiği sonucuna varmaları beklenebilir. Bu noktada göreceliğe ilişkin bazı güçlükler ortaya çıkacaktır. Bedenin değişik bölümleri birbirlerine göre mi hareket edecektir; yoksa beden bir bütün olarak içinde bulunduğu araca göre mi hareket edecektir? Veya, erdemin ölçütü dünyaya göre olan hareket midir? İdeal insan birinciye göre bir akrobat; ikinciye göre, aşağıya doğru hareket eden bir yürüyen merdivenden yukarıya koşan bir insan; üçüncüye göre de, yaşamını bir uçak içinde geçiren insandır. Ortaya çıkacak anlaşmazlıklarda hangi ilkeye göre karar verileceğini bilmek kolay değildir; ancak ben şahsen pilotlardan yanayım.
En güçlü ülkelerdeki en güçlü kesimlerde egemen olan, insanın kusursuzluğu anlayışının değişik biçimlerine bakarsak, davranışçılığın temelde var olan inançlara teorik bir gerekçe sağlamaktan öteye gitmediği sonucuna varırız. Beden eğitimine inananlara ve bir ulusun "erkekliğinin" onun sporculuğuna bağlı olduğu görüşünü benimseyenlere göre akrobat ideal insandır; İngiliz yönetici sınıfında yaygın olan görüş de böyledir. Yürüyen merdivenlerden yukarıya koşan kişi, zevklerden uzak durabilmek koşuluyla, kasları geliştirmeyi en yüce erdem olarak gören hıristiyanların beau ideal'idir. Bu, YMCA'in (YMCA: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği. (Ç.N.)) Çin'de yerleştirmeye çalıştığı ve yöneticilerimizin egemenliğimiz altında olan bütün ırklar ve sınıflar için uygun bulduğu görüştür. Pilot, mekanik güç kullananlara özgü, daha aristokratça bir idealin temsilcisidir. Ancak, bütün bunların üstünde, Aristoteles'in hareketsiz-olan-hareket ettiricisini anımsatan yüce bir kavram vardır. Ona göre, merkezde hareketsiz duran bir ulu varlık vardır; geriye kalan her şey ve herkes onun çevresinde değişik hızlarla dönerler ve böylece o kişiye mutlak en büyük göreceli hareketi sağlarlar. Bu merkezde olma rolü süpermenlerimiz için, özellikle de finans kesimi mensupları için ayrılmıştır.
İnsanın kusursuzluğu konusunda Greklerden ve Ortaçağ'dan günümüze kadar gelen değişik bir kavram daha vardır; ancak makinelerin düş gücüne egemen olması sonucu ortaya çıkan görüş yavaş yavaş onun yerini almaktadır. Kanımca bu eski görüş mantıksal olarak, davranışçılıkla bağdaştırılabilir; ancak, psikolojik açıdan, sade vatandaşın davranışıyla bağdaştırılamaz. Bu eski görüşe göre hissetmek ve bilmek eylem kadar önemlidir; sanat ve derin düşüncenin, uzayda büyük miktarda kütlenin yerini değiştirmek kadar övgüye değer olduğu düşünülür. Cheribum (Tevrat'ta adı geçen bir melek. (Ç.N)) Tanrı'yı sever, Seraphim (İncil'de adı geçen üç çift kanatlı melek. (Ç.N.)) Tanrı'yı derin düşünce yoluyla anlamaya çalışır; onların yüce kusursuzlukları da bunda yatar. Bu ideal tümüyle statiktir. Cennette ilahiler söylenip arp çalındığı doğrudur. Ancak her gün aynı ilahiler söylenir; arpların yapısında hiçbir gelişmeye izin yoktur. Böyle bir yaşam çağdaş insana sıkıcı gelir. Teolojinin ilgi yitirmesinin bir nedeni de, cenneti her gün gelişen makinelerle donatmamasında yatar; Milton5 cehennem için bunu başarmıştı.
Her etik sistemin bir tür non sequitur'a (önerme veya kanıtlara uygun olmayan sonuç) dayandığı söylenebilir. Filozof önce nesnelerin doğası hakkında yanlış bir teori icadeder; bundan da, kendi teorisinin yanlış olduğunu gösteren eylemlerin kötü eylemler olduğu sonucunu çıkarır. İlk olarak geleneksel hıristiyanlığı ele alalım. Her şey her zaman Tanrı'nın iradesine tabi olduğundan, günahkarlığın Tanrı iradesine karşı gelmek olduğunu iddia eder. Hegel yandaşlarına gelince, onlar da evrenin kusursuzca örgütlenmiş, uyum içindeki parçalardan oluştuğunu; bu nedenle, kötülüğün bu uyumu azaltan davranışlar bütünü olduğunu iddia ederler. Ne var ki, uyum
metafiziksel bir sorun olduğu halde uyum dışı davranışların nasıl olanaklı olduğunu anlamak zordur. Fransız halkı için yazan Bergson, davranışları ile kendisine karşı çıkanları ahlaki suçlamadan daha korkunç birşeyle, yani gülünç olmayla tehdit ediyor. Önce insanların asla mekanik davranmadıklarını gösteriyor; sonra da gülme üzerine yazdığı kitabında (Lczughter) bizi güldüren şeyin mekanik olarak davranan bir insan görmek olduğunu ileri sürüyor. Bu demektir ki, Bergson felsefesinin yanlış olduğunu gösteren bir şey yaparsanız o zaman ve ancak o zaman gülünç olursunuz.
Umarım bu örnekler metafiziğin, herhangi bir etik sonuca yol açamayacağını, varabileceği tek sonucun, kendi yanlışlığının yol açtığı aşağıdaki sonuç olduğunu açıkça göstermiştir: Eğer metafizik doğru olsaydı günah olarak tanımladığı eylemler olanaksız olurdu.
Bu açıklamaları davranışçılığa uygulayarak şu sonucu çıkarıyorum: Etik sonuçları varsa ve olduğu ölçüde metafiziğin yanlış olması gerekir; öte yandan, doğru ise de davranışlarla hiçbir ilişkisi olamaz. Popüler davranışçılığa -tam anlamıyla bilimsel şekline değil- bu açıdan baktığımızda onun yanlış olduğuna ilişkin çeşitli kanıtlar buluyorum. İlk olarak, eğer destekleyicileri herhangi bir etik sonucu olmadığını düşünselerdi, hemen hepsi bütün ilgilerini yitirirlerdi.
Burada bir ayrım yapma gereği doğuyor. Doğru bir doktrinin pratik sonuçlar doğurması olasıdır; ama etik sonuçlar yaratması olanak dışıdır. İki madeni para atarak çalıştırılan bir makineden siz tek bir para atarak birşey almak isterseniz gerçeğin pratik bir sonucu olur; yani bir para daha atmanız gerekir. Ancak hiç kimse bu sonucu "etik" olarak değerlendirmez; bu sadece arzumuzu nasıl gerçekleştirebileceğimizle ilgilidir. Bunun gibi, Dr. Watson'un kitabında bu başlık altında işlendiği şekliyle davranışçılığın, özellikle eğitim alanında pek çeşitli ve önemli sonuçları vardır. Eğer bir çocuğa belirli bir şekilde davranmayı öğretmek istiyorsanız, örneğin Freud'un değil de Dr. Watson'un öğütlediği yola başvurmanız çoğu zaman akıllıca olur. Ancak bu da etik değil, bilimsel bir konudur. Etik, sadece, bir eylem belli bir hedefi amaçladığı zaman; veya bazı eylemler, getirdikleri sonuçlara bakılmaksızın, iyi ve kötü olarak sınıflandırıldıkları zaman söz konusu olur.
.
Burada davranışçılığın -mantığa ters düşse de- sözcüğün gerçek anlamında bir ahlak kuralı koyma eğiliminde olduğu sonucuna varıyorum. Konu şöyle görünüyor; yapabileceğimiz tek şey maddeyi hareket ettirmek olduğuna göre, olabildiğince çok şey hareket ettirmeliyiz; bu nedenle sanat ve düşünce maddeyi harekete geçirmeye yardımcı oldukları ölçüde değerli sayılırlar. Bu, günlük yaşam için aşırı ölçüde metafiziksel bir ölçektir; pratik ölçek ise gelirdir. Dr. Watson'dan aşağıdaki alıntıyı ele alalım: "Kişilik, karakter ve yeteneği değerlendirmede en önemli öğelerden biri, kanımca, bir kimsenin yıllık başarısının tarihçesidir. Bunu, kişinin değişik işlerde kaldığı süreler ve gelirindeki yıllık artışlarla nesnel olarak ölçebiliriz...
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği olasıdır."
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki -yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri) 6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alıyorum (sayfa 384):
"Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir."
Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur. Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, "eğitimli"yi "eğitimsiz"den ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin, kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar, dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde, estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın nesli neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar zaman harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, "yararsız" bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir: İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.
Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır. Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.
Eğer bu kişi bir yazarsa, yazılarına ödenen ücretin yıllara göre bir grafiğini çizmek isteriz. Eğer otuz yaşındayken yazıları için önde gelen dergilerden kelime başına aldığı ortalama ücret, yirmi dört yaşındayken aldığının aynı ise, onun sudan bir yazar olması, daha öteye de gidemeyeceği olasıdır."
Bu ölçütü, Buda, İsa ve Muhammed'e; Milton ve Blake'e uygularsak, bu kişilerin değerleri hakkındaki görüşlerimizde ilginç değişiklikler yapmak gerektiğini görürüz. Daha önce değinilenler dışında bu alıntıda iki ahlaki özdeyiş saklıdır. Bir -kusursuzluk kolayca ölçülür olmalıdır; iki -yasalarla uyumlu olmalıdır. Bunların ikisi de etiği fiziğe dayalı bir sistemden elde etmeye çalışmanın doğal sonuçlarıdır. Yukarıdaki paragrafta Dr. Watson'un öne sürdüğü etik, benim kabul edebileceğim etik değildir. Erdemin gelirle orantılı olduğuna; kalabalığa uyum sağlamakta güçlük çekmenin günah olduğuna inanmam olanaksızdır. Yoksul ve aksi bir kişi olduğumdan, bu konularda önyargılı düşündüğüm kuşku götürmez; bunun bilincinde olmama rağmen düşüncelerim yine de değişmiyor.
Şimdi de davranışçılığın bir başka yönünü, eğitim konusundaki görüşlerini ele alacağım. Burada, eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu konudaki görüşleri kusursuz görünen Dr. Watson'dan alıntı yapamıyorum. O eğitimin daha sonraki aşamalarına değinmiyor; benim en çok kuşku duyduğum konular ise orada. Açık bir şekilde davranışçı olmamakla beraber davranışçılıkla ilintili görüşten çokça etkilenmiş olan bir kitabı ele alacağım: The Child: His Nature and His Needs (Çocuk: Doğası ve Gereksinimleri) 6. Bu kitap temelde, psikolojik yönden çok değerli olması nedeniyle oldukça takdir ettiğim bir kitaptır; ancak bana göre, estetik ve etik yönden eleştiriye açıktır. Estetik eksikliği göstermek için aşağıdaki bölümü alıyorum (sayfa 384):
"Yirmi beş yıl önce öğrencilere on ila on beş bin kelimenin nasıl yazıldığı öğretiliyordu. Son yirmi yılda yapılan araştırmalar göstermiştir ki, tipik bir lise mezununun, okul çalışmalarında, eğer özel ve teknik sözcük bilgisi gerektiren teknik bir işle ayrıca uğraşmıyorsa, daha sonraki yaşamında da üç bin sözcükten fazlasını öğrenmesine gerek yoktur. Tipik bir Amerikalı, mektuplarında ve gazetelere yazdığı yazılarda çoğu zaman bin beş yüzden fazla değişik sözcük kullanmamaktadır; çoğu kişi ise bunun yarısından fazlasını hiç kullanmaz. Bu gerçeklerden dolayı günümüzde, okullardaki yazın kuralları dersleri günlük yaşamda kullanılan sözcüklerin, otomatik olarak yazılabilecek şekilde, iyice öğretilmeleri ilkesine göre düzenlenmekte; daha önceleri öğretilen ve belki de hiç kullanılmayan teknik ve alışılmış sözcükler eğitim programından çıkarılmaktadır. Bugünkü yazın derslerinde hiç bir sözcüğe, belleği geliştirmek bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle, yer verilmemektedir."
Son cümlede, ezberleme yanlısı eski gerekçenin yanlışlığını ortaya koymak için, psikolojiye yerinde bir yardım çağrısı yapılıyor. Anlaşılan ezberleme belleği geliştirmiyor. Öyleyse, hiçbir şey, o şeyin bilinmesi gerekliliği dışında bir gerekçeyle ezberlenmemelidir. Bunu belirledikten sonra yukarıdaki alıntının akla getirdiği bazı şeyleri irdeleyelim. İlk olarak, bir şeyin nasıl yazılacağını bilmenin hiçbir yararı yoktur. Shakespeare ve Milton doğru heceleyemezlerdi; Maria Corelli ve Alfred Austen ise bunu yapabilirlerdi. Doğru heceleme, biraz, "eğitimli"yi "eğitimsiz"den ayırdetmenin kolay bir yolu olarak, snopça nedenlerle; biraz, iyi giyinmek gibi, kalabalığın baskısıyla; biraz da, doğal-yasa düşkünü kimselerin, kişisel özgürlüğün hala var olmayı sürdürdüğü bir alan görmekten acı duymalarına bağlı olarak aranan bir şeydir. Hiç olmazsa, yazılı basının, sözcükleri alışılmış biçimde yazması gerektiği düşünülürse bu amaç için okuyucu sağlamak her zaman olanaklıdır.
İkinci olarak, Çin dışındaki ülkelerde yazı dili, edebiyatın bütün estetik güzelliğini içeren konuşma dilinin yerini almıştır. İnsanlar, dilin güzel olabileceği ve olması gerektiği duygusunu korudukları çağlarda yazın kurallarına pek aldırmazlardı; ama telaffuza dikkat ederlerdi. Şimdilerde üniversite eğitimi görmüş kişiler bile en sıradan sözcükler dışındaki sözcükleri telaffuz etmeyi bilmiyorlar; ve bu nedenle de şiirlerin çoğunu vezne uygun olarak okuyamıyorlar. Profesyonel edebiyat öğrencileri dışında, kırk yaşının altında olup da bazı şiirleri veznine uygun olarak okuyabilecek belki de tek bir Amerikalı yoktur. Eğer eğitimde bir ölçüde, estetik de söz konusu ise çocuklara heceleme öğretileceğine yüksek sesle okuma öğretilmesi gerekir. Eskiden aile reisinin İncil'i yüksek sesle okuması bu gereksinimi çok iyi giderirdi; ancak şimdilerde bu uygulamanın nesli neredeyse tükenmiştir.
Doğru telaffuzu öğrenmek önemli olduğu gibi, estetik yönden, geniş bir sözcük bilgisi de gereklidir. Yalnızca bin beş yüz sözcük bilenler, basit konular ve şansın yaver gittiği ender durumlar dışında, kendilerini tam olarak ve güzel bir şekilde ifade edemezler. Bugünkü Amerikan nüfusunun yarısı eğitimi için, Shakespeare'in harcamış olduğu zaman kadar zaman harcar; ama sözcük sayısı onunkinin onda birine ancak varır. Yine de, onun sözcükleri, ticari başarı sağlamak zorunda olan oyunlarında kullanıldığına göre, zamanın sıradan vatandaşları tarafından da anlaşılıyor olmalıydı. Çağdaş görüşe göre, eğer kişi kendisini anlaşılır kılabiliyorsa dile yeterince hakim sayılır; eski görüşte ise, kişinin konuşma ve yazma dilinde estetik zevk sağlaması aranırdı.
Bu satırların yazarı gibi, pratik nedenlerle davranışçılığın bilimsel yanını kabul edip, etik ve estetik sayılan sonuçlarını reddeden bir kişi sonunda nereye varır? Dr. Watson'u çok takdir ederim; kitaplarını da son derece önemli bulurum.
Günümüzde teorik uğraşların en önemlisinin fizik, sosyal olguların en önemlisinin sanayileşme olduğu görüşündeyim. Ama yine de, "yararsız" bilgiye ve haz vermek dışında bir amacı olmayan sanata hayranlık duymaktan kendimi alamıyorum. Sorun mantıksal değildir; çünkü gördüğümüz gibi, eğer davranışçılık doğruysa, hangi amaç için ne gibi araçlar kullanılacağını göstermeye yardım etme gibi ikincil konular dışında, değer yargılarına ilişkin konularda bir etkisi olamaz. Sorun, geniş anlamda politiktir: İnsanoğlunun büyük bölümünün hata yaptığı kesin ise, doğru önermelerden yanlış sonuçlar çıkarmak mı, yoksa yanlış önermelerden doğru sonuçlar çıkarmak mı daha iyidir? Bu tür bir problemin çözümü yoktur. Tek doğru çözüm, sanırım sıradan insanlara mantık öğretmek; böylece onlara yalnızca doğru görünen sonuçlara varmaktan kaçınma olanağı vermektir.
Örneğin, Fransızların "mantıklı" olduğu söylendiğinde kastedilen şudur: bir önermeyi kabul ediyorlarsa; incelikli mantıktan yoksun bir kişinin, yanlış olarak bu önermeden çıkaracağı yanlış her türlü sonucu da kabul ederler. Bu en istenmeyecek türden bir özelliktir; İngilizce konuşan uluslar geçmişte, genel olarak, bu duruma diğer uluslardan daha az düşmüşlerdir. Ancak, bu duruma düşmemeye devam edeceklerse eskiden olduğundan daha çok felsefe ve mantık öğrenmelerine gerek olduğunu gösteren işaretler vardır. Eskiden mantık çıkarım yapma sanatıydı. Şimdi ise, doğal olarak, yapma alışkanlığında olduğumuz çıkarımların ender olarak doğru olduğu anlaşıldığından, mantık da bir çıkarım yapmaktan sakınma sanatı olmuştur. Bu nedenle mantığın, okullarda insanlara akıl yürütmemeyi öğretmek amacıyla öğretilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü akıl yürütürlerse yanlış yürütecekleri kesin gibidir.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz