ZÜLFÜ LİVANELİ
ZEKAKÜBÜ :: FIKRALAR :: MÜNAZARA BÖLÜMÜ :: POLİTİKA :: KÖŞE YAZILARINDAN
1 sayfadaki 1 sayfası
ZÜLFÜ LİVANELİ
GAZETEVATAN
Fikir mi önemli, kimin söylediği mi?
Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmeyen ve kendini aniden İstanbul’da bulan bir yabancının sorularını cevapladığınızı düşünün.
Ve bu meraklı yabancıyla aranızda şöyle bir konuşma geçtiğini hayal edin.
Yabancı: Türkiye’de siyasal hayat nasıl?
Siz: Demokratik rejimle yönetiliyoruz. Meclis’te partilerimiz var.
Yabancı: Bu partilerin eğilimleri ne?
Siz: Sağcı parti de var, solcu parti de. Avrupa’da olduğu gibi.
Yabancı: Peki insan hakları, kültürel haklar, Avrupa Birliği gibi konularda sağcı partiler ne düşünüyor?
Siz: Sağcı parti Kürt sorununa evrensel insan hakları düzleminde bir çözüm geliştirmeye çalışıyor. Kan dursun diyor.
Yabancı: Ya solcu parti?
Siz: O daha milliyetçi bir söylemi benimsiyor ve bu açılımın Türkiye’yi böleceğinden korkuyor.
Yabancı: Peki milliyetçi parti?
Siz: O da aynı şeyi söylüyor.
Yabancı: Avrupa Birliği konusunda durum ne?
Siz: Orada da durum üç aşağı beş yukarı aynı. Sağcı ve din ağırlıklı parti AB üyeliğini savunuyor, sol ve milliyetçi partiler buna kuşkuyla bakıyor.
Yabancı: Ya azınlıklar meselesi.
Siz: Sağcı Başbakan “Azınlıkları Türkiye’den kovmanın faşizm olduğunu” söylüyor. Ruhban okulunun ve Ermenistan sınır kapısının açılmasını istiyor. Sol ve milliyetçi partiler bu girişimleri ağır bir dille mahkûm ediyor.
Ayrıca iktidar Türkiye’deki yer isimleri konusunda ırkçılığa gerek olmadığını söylüyor, muhalefete “Siz Ermenice, Rumca, Latince şehir isimlerini koruyan Alpaslan’dan, Orhan Gazi’den, Mustafa Kemal’den daha mı milliyetçisiniz?” diye soruyor.
***
Bu konuşma sonunda o yabancının tepkisi ne olurdu acaba?
“Kusura bakmayın ama siz sağınızla solunuzu karıştırmışsınız. Çağdaşlık, demokrasi, AB, insan hakları, azınlıklar, kültürel haklar gibi solun savunduğu değerleri öne çıkaranı sağcı; milliyetçi refleksleri öne çıkaranları solcu ilan ediyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir gariplik yok. Önce terminolojinizi düzeltseniz” demez miydi?
***
Bugün Türkiye “fikir mi önemli, yoksa söyleyen mi” sorusuna cevap vermeye uğraşıyor.
Yıllardır savunduğunuz fikirleri bir gün karşıtınız söylediğinde ne yapacaksınız.
Temel fikirlerinizden vazgeçecek misiniz? Yoksa karşıtınıza bu söylediklerin doğru mu diyeceksiniz.
Gerçek solun bu ülkede yıllardır savunduğu, uğruna bedel ödediği kavramları bugünün iktidarı dile getirdiğinde onlara karşı mı çıkılır, yoksa o kavramları dile getiren tutum desteklenir mi?
Esas soru bu.
Omurgalı bir insan olmanın gereği nedir?
Kimin söylediğine bakmadan doğru açılımları desteklemek mi yoksa giderek dünyaya kapanan, Mustafa Kemal’in devrimciliğinden ve “evrenselleşme” idealinden ayrılıp garip bir tutuculuk içinde kıvranan eski takımlara “bizdendir!” diye göz yummak mı?
AKP’nin karşı çıktığımız ve çıkmaya devam edeceğimiz birçok temel politikası var ama bu durum, her söylediğine gözü kapalı itiraz etmeyi gerektirir mi?
Siyah-beyaz bir dünyada mücadele kolay ama bu karmaşık durumda gelecek kuşaklar için doğru tavır almak epey zor değil mi?
Fikir mi önemli, kimin söylediği mi?
Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmeyen ve kendini aniden İstanbul’da bulan bir yabancının sorularını cevapladığınızı düşünün.
Ve bu meraklı yabancıyla aranızda şöyle bir konuşma geçtiğini hayal edin.
Yabancı: Türkiye’de siyasal hayat nasıl?
Siz: Demokratik rejimle yönetiliyoruz. Meclis’te partilerimiz var.
Yabancı: Bu partilerin eğilimleri ne?
Siz: Sağcı parti de var, solcu parti de. Avrupa’da olduğu gibi.
Yabancı: Peki insan hakları, kültürel haklar, Avrupa Birliği gibi konularda sağcı partiler ne düşünüyor?
Siz: Sağcı parti Kürt sorununa evrensel insan hakları düzleminde bir çözüm geliştirmeye çalışıyor. Kan dursun diyor.
Yabancı: Ya solcu parti?
Siz: O daha milliyetçi bir söylemi benimsiyor ve bu açılımın Türkiye’yi böleceğinden korkuyor.
Yabancı: Peki milliyetçi parti?
Siz: O da aynı şeyi söylüyor.
Yabancı: Avrupa Birliği konusunda durum ne?
Siz: Orada da durum üç aşağı beş yukarı aynı. Sağcı ve din ağırlıklı parti AB üyeliğini savunuyor, sol ve milliyetçi partiler buna kuşkuyla bakıyor.
Yabancı: Ya azınlıklar meselesi.
Siz: Sağcı Başbakan “Azınlıkları Türkiye’den kovmanın faşizm olduğunu” söylüyor. Ruhban okulunun ve Ermenistan sınır kapısının açılmasını istiyor. Sol ve milliyetçi partiler bu girişimleri ağır bir dille mahkûm ediyor.
Ayrıca iktidar Türkiye’deki yer isimleri konusunda ırkçılığa gerek olmadığını söylüyor, muhalefete “Siz Ermenice, Rumca, Latince şehir isimlerini koruyan Alpaslan’dan, Orhan Gazi’den, Mustafa Kemal’den daha mı milliyetçisiniz?” diye soruyor.
***
Bu konuşma sonunda o yabancının tepkisi ne olurdu acaba?
“Kusura bakmayın ama siz sağınızla solunuzu karıştırmışsınız. Çağdaşlık, demokrasi, AB, insan hakları, azınlıklar, kültürel haklar gibi solun savunduğu değerleri öne çıkaranı sağcı; milliyetçi refleksleri öne çıkaranları solcu ilan ediyorsunuz. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir gariplik yok. Önce terminolojinizi düzeltseniz” demez miydi?
***
Bugün Türkiye “fikir mi önemli, yoksa söyleyen mi” sorusuna cevap vermeye uğraşıyor.
Yıllardır savunduğunuz fikirleri bir gün karşıtınız söylediğinde ne yapacaksınız.
Temel fikirlerinizden vazgeçecek misiniz? Yoksa karşıtınıza bu söylediklerin doğru mu diyeceksiniz.
Gerçek solun bu ülkede yıllardır savunduğu, uğruna bedel ödediği kavramları bugünün iktidarı dile getirdiğinde onlara karşı mı çıkılır, yoksa o kavramları dile getiren tutum desteklenir mi?
Esas soru bu.
Omurgalı bir insan olmanın gereği nedir?
Kimin söylediğine bakmadan doğru açılımları desteklemek mi yoksa giderek dünyaya kapanan, Mustafa Kemal’in devrimciliğinden ve “evrenselleşme” idealinden ayrılıp garip bir tutuculuk içinde kıvranan eski takımlara “bizdendir!” diye göz yummak mı?
AKP’nin karşı çıktığımız ve çıkmaya devam edeceğimiz birçok temel politikası var ama bu durum, her söylediğine gözü kapalı itiraz etmeyi gerektirir mi?
Siyah-beyaz bir dünyada mücadele kolay ama bu karmaşık durumda gelecek kuşaklar için doğru tavır almak epey zor değil mi?
Aydınların törpülenişi
Yazara ulaşmak için : zlivaneli@gazetevatan.com
Çocukluğumdan beri okuduğum kitaplar muhalif bir aydın tipi oluşturmuştur kafamda.
Siyasi iktidarlarla, partilerle, askerlerle, dikta rejimleriyle uzlaşamayan, her dönemde muhalif olan bir aydın tipi.
Hatta bırakın siyasi iktidarı, ülkedeki çoğunluk ahlakına bile aykırı düşen, yerleşik değer yargılarını altüst eden bir insan.
Bu aydın tipi çoğunlukla yalnız kalır, bedel öder ama kafasını ve gönlünü kimseye kiraya vermez.
Bu satırları yazarken başına buyruk Jean Paul Sartre’ı hatırlıyorum.
Yves Montand ve Simone Signoret geliyor aklıma.
Sovyetler Birliği’nin Prag’ı işgal etmesi üzerine, Fransız Komünist Partisi’ne “işgali kınaması” için 24 saat süre tanıyan ve sürenin sonunda intihar edeceklerini açıklayan bu namuslu aydınları düşünüyorum.
Toplumun değer yargılarını sarsmak için gerçek üstücülüğün şok yaratma metoduna sarılan Breton, Bunuel ve arkadaşlarını anıyorum.
Nâzım Hikmet gibi her dönemde bedel ödeyen aydınlar aklıma geliyor.
***
Bizim önümüzdeki örnekler bunlardı ve var olma biçimimiz de bu modele göre şekillendi.
Askeri dönemlerde de sivil iktidarlar zamanında da muhalif olmanın onurunu ve azabını birlikte yaşadık.
Büyük bedeller ödedik.
Ama muhalif olmak zorundaydık.
“Asker ya da sivil her iktidar çürür ve haksızlık yapar. Okur yazar adamın görevi bunlara karşı çıkmaktır” diye öğrendik.
***
Günümüzün Türkiye’sindeki kamplaşma, böyle bir aydın tavrını gösteremeyen insanlarla karşılaşmamıza yol açıyor.
Cephelerini seçiyorlar ve yüzde yüz sadakat gösteriyorlar.
Bir taraf yüzde yüz haklı, karşı taraf tamamen cehennemlik.
Hiç nüans yok, “ama” yok, “başka bir bakış açısıyla” yok, “bu noktada katılırım ama şu noktada karşı çıkarım” yok.
Tam bir kamplaşma, cepheleşme ve yüksek sadakat.
Bu bir aydın tavrı değildir, olsa olsa militan tavrıdır.
Hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir düşüncenin militanı olmadığım için bu tavrı anlamakta güçlük çekiyorum.
Bağımsız bir kafayla düşünmenin insanı yalnızlaştırdığını, bloklar dışına ittiğini biliyorum ama ne yapalım ki işin doğasında bu var.
Biz aydın olmayı böyle belledik.
Bağımsız, muhalif, bireyin hakkını savunan; gerektiğinde genel ahlaka bile aykırı düşmekten çekinmeyecek bir insan olarak.
Türkiye’de bu anlayış hızla değişiyor.
Bir takım aydınlar kendilerini iktidarlara ve çoğunluk ahlakına uydurmaya çalışıyorlar.
Çoğunluğu sarsmaya, uyarmaya çalışan değil kendini onun ölçülerine uyarlamaya çalışan uysal, törpülenmiş, yaşlanmış, dünya nimetlerine dalmış, huzurlu bir aydın tipi.
Doğrusu ben muhalif kalmanın huzursuzluğunu böyle bir huzura her zaman tercih ederim.
Çünkü asker olsun, sivil olsun; her iktidar çürür.
Buna erkeğin kadın üzerindeki iktidarı, din ya da etnik kökenli çoğunluk baskıları da dahildir.
Benim için önemli olan, çoğunluklar değil azınlıklardır.
Çocukluğumdan beri okuduğum kitaplar muhalif bir aydın tipi oluşturmuştur kafamda.
Siyasi iktidarlarla, partilerle, askerlerle, dikta rejimleriyle uzlaşamayan, her dönemde muhalif olan bir aydın tipi.
Hatta bırakın siyasi iktidarı, ülkedeki çoğunluk ahlakına bile aykırı düşen, yerleşik değer yargılarını altüst eden bir insan.
Bu aydın tipi çoğunlukla yalnız kalır, bedel öder ama kafasını ve gönlünü kimseye kiraya vermez.
Bu satırları yazarken başına buyruk Jean Paul Sartre’ı hatırlıyorum.
Yves Montand ve Simone Signoret geliyor aklıma.
Sovyetler Birliği’nin Prag’ı işgal etmesi üzerine, Fransız Komünist Partisi’ne “işgali kınaması” için 24 saat süre tanıyan ve sürenin sonunda intihar edeceklerini açıklayan bu namuslu aydınları düşünüyorum.
Toplumun değer yargılarını sarsmak için gerçek üstücülüğün şok yaratma metoduna sarılan Breton, Bunuel ve arkadaşlarını anıyorum.
Nâzım Hikmet gibi her dönemde bedel ödeyen aydınlar aklıma geliyor.
***
Bizim önümüzdeki örnekler bunlardı ve var olma biçimimiz de bu modele göre şekillendi.
Askeri dönemlerde de sivil iktidarlar zamanında da muhalif olmanın onurunu ve azabını birlikte yaşadık.
Büyük bedeller ödedik.
Ama muhalif olmak zorundaydık.
“Asker ya da sivil her iktidar çürür ve haksızlık yapar. Okur yazar adamın görevi bunlara karşı çıkmaktır” diye öğrendik.
***
Günümüzün Türkiye’sindeki kamplaşma, böyle bir aydın tavrını gösteremeyen insanlarla karşılaşmamıza yol açıyor.
Cephelerini seçiyorlar ve yüzde yüz sadakat gösteriyorlar.
Bir taraf yüzde yüz haklı, karşı taraf tamamen cehennemlik.
Hiç nüans yok, “ama” yok, “başka bir bakış açısıyla” yok, “bu noktada katılırım ama şu noktada karşı çıkarım” yok.
Tam bir kamplaşma, cepheleşme ve yüksek sadakat.
Bu bir aydın tavrı değildir, olsa olsa militan tavrıdır.
Hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir düşüncenin militanı olmadığım için bu tavrı anlamakta güçlük çekiyorum.
Bağımsız bir kafayla düşünmenin insanı yalnızlaştırdığını, bloklar dışına ittiğini biliyorum ama ne yapalım ki işin doğasında bu var.
Biz aydın olmayı böyle belledik.
Bağımsız, muhalif, bireyin hakkını savunan; gerektiğinde genel ahlaka bile aykırı düşmekten çekinmeyecek bir insan olarak.
Türkiye’de bu anlayış hızla değişiyor.
Bir takım aydınlar kendilerini iktidarlara ve çoğunluk ahlakına uydurmaya çalışıyorlar.
Çoğunluğu sarsmaya, uyarmaya çalışan değil kendini onun ölçülerine uyarlamaya çalışan uysal, törpülenmiş, yaşlanmış, dünya nimetlerine dalmış, huzurlu bir aydın tipi.
Doğrusu ben muhalif kalmanın huzursuzluğunu böyle bir huzura her zaman tercih ederim.
Çünkü asker olsun, sivil olsun; her iktidar çürür.
Buna erkeğin kadın üzerindeki iktidarı, din ya da etnik kökenli çoğunluk baskıları da dahildir.
Benim için önemli olan, çoğunluklar değil azınlıklardır.
Bad-el harab-ül Basra !
Zülfü Livaneli´nin köşe yazısı
Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi!
Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.
Bunu bir borç olarak görüyorum:
***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.
Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum..
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti.
Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz.
Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız,
“Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz..”
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var.
Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.”
İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.
O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar.
Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki:
“Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım.
Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”
Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum.
Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan’ la Beylerbeyi ’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)
Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.
Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin.
“Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin.
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.
Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti. .
Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.
CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.
Bad-el harab-ül Basra !
Deniz Bey, o fotoğrafı çıkarıp bakmanın zamanı geldi!
Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.
Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.
Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.
Bunu bir borç olarak görüyorum:
***
Deniz Bey lütfen hatırlayın:
19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.
Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum..
Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti.
Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz.
Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız,
“Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz..”
Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var.
Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.”
İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz.
Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.
O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar.
Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
Tartışmanın sonunda dediniz ki:
“Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım.
Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”
Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum.
Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
Erdoğan’ la Beylerbeyi ’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)
Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.
Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.
Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin.
“Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin.
Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.
Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.
Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti. .
Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.
CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.
Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.
Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.
Bad-el harab-ül Basra !
ZEKAKÜBÜ :: FIKRALAR :: MÜNAZARA BÖLÜMÜ :: POLİTİKA :: KÖŞE YAZILARINDAN
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz