O S H O
1 sayfadaki 1 sayfası
O S H O
İç Temizliği Ve Saflığın Gücü
Varlıktaki pasif direniş, cömertlik, çalmama güdüsü ve doğruluk kişiye saflık kazandırır. Bunlar Patanjali için ahlaki kavramlar değildir; bu her zaman akılda tutulmalıdır. Batı'da bunlar ahlâk olarak öğretilmiştir. Doğu'da ise ahlâk olarak değil, iç temizliği olarak öğretilir. Batı'da özgeci amaçlar olarak öğretilmiştir, Doğu'da bunların özgecilikle hiç alakası yoktur, tamamıyla bencilliktir. Bu senin iç temizliğindir. Onlar sana saflık verir ve saflıkla imkansız olan, mümkün, ulaşılabilir, erişilebilir hale gelir. Saflıkla, varlığının saldırganlığı kaybolur. Zarif, ince ve yumuşak bir hale gelirsin. Saflıkla, ilahinin tapınağı haline gelirsin. Saflıkla, herkese gelmesi ve sana uğraması için bir davetiye gönderilir ve bir gün damlaya damlaya okyanus meydana gelir.
Bunlar Batı'da - veya Mahatma Gandhi'nin öğrettiği biçimiyle Hindistan'da - olduğu gibi ahlaki kavramlar olarak öğretildiğinde nitelikleri bütünüyle değişir. "Pasif direnişçi olmalısın, çünkü şiddet başkalarını incitir. Kimseyi incitme. İnsanlık denilen, tek bir ailedir ve incitmek bir günah işlemektir," dediğinde, konuyu tamamıyla başka bir boyuta saptırırsın.
Patanjali der ki: "Pasif direnişçi ol; bu seni arındırır. Kimseyi incitme - incitmeyi aklından bile geçirme, çünkü bu şekilde düşünmeye başladığın an, içsel olarak kirlenirsin." Sorun diğerleri değil, sorun sensin. Elbette kişi pasif direnişçi olduğunda, diğerleri bundan fayda görür ama bu, pasif direnişçi olmanın amacı değildir. Bu yalnızca bir gölgedir, yalnızca ürünlerden biridir. Eğer yalnız başkalarını incitmemek için pasif direnişçi olmuşsan gerçek değil demektir. Pasif direnişçi sayılmazsın. Uygarlaşmış, iyi bir sosyal yurttaşsın ama varlığın dinden hiç nasibini almamış demektir. Pasif direnişçiliğin, sen ve diğerleri arasında iletici bir madde olarak iş görmeli. İşte o zaman yaşamın daha pürüzsüz bir hale gelir, ama daha saf bir hale değil, çünkü hedef (amaç) tüm nitelikleri değiştirir. Amaç başkalarını korumak değil - başkaları elbette korunmalı, ancak şimdi konu bu değil - amaç, saflığa ulaşmak, mükemmel saflığı öğrenmektir.
Doğu dinleri bencil davranmıştır, çünkü başka bir yol olmadığını bilirler ve birileri bencil olduğunda başkaları bundan bir hayli yararlanır. Aslına bakarsan gerçek özgecilik, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, ancak bencil olan bir varlıkta açabilir. Bencil olmak doğal bir şeydir. İnsanları tersine zorlamak, tersine onları doğal olmayan bir yola itmektir; doğal olmayan, Tanrı'nın yolu da değildir. Doğal olmayan şey baskılamayı da beraberinde getirir; bu da sana saflığı getirmez. Yani şu unutulmamalıdır ki bunlar ahlaki amaçlar değildir. Aslına bakarsan Doğu'da, erdem asla bir amaç olarak öğretilmemiştir, dinin gölgesidir. Din olduğu zaman, ahlaklılık otomatik olarak gelecektir, kişinin canını bununla sıkmasına gerek yoktur. Kişi bu konuda endişelenmemelidir, bu kendi akışı içerisine gelmektedir. Batı'da ahlaklılık amaç olarak - aslına bakarsan din olarak - öğretilmiştir.
Doğu'nun kutsal kitaplarının hiç birinde "On Emir" gibi bir şey bulunmaz. Yaşam, emirleri izlememelidir, izlerse bir köleye dönüşürsün. Ve kölelikle cennete ulaşsan bile, o cennet yeteri kadar cennet olmayacaktır - kölelik onun bir parçası olarak kalacaktır. Bağımsızlık, özgürlük, yükselişin temel parçası olmalıdır. Yani bunlar hijyenik oranlardır. Seni arındırır, sana iç sağlığı verirler.
Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir tiksinme ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir. Jugupsa kelimesiyle ilgili bazı sorunlar vardır. Başka dillere ‘tiksinti' şeklinde tercüme edilmiştir. Çünkü İngilizce'de jugupsa'nın anlamını tamamıyla karşılayan bir kelime bulunmuyor. Tiksinti kelimesi yanlıştır. ‘Tiksinti' kelimesinin kendisi tiksindiricidir. İçinde kendi bedeni için tiksinti meydana gelen bir yogi düşünmek sadece inanılmazdır, çünkü yogiler vücutlarına hiç kimsenin göstermediği özeni gösterirler. Vücutlarına kimsenin bakmadığı gibi bakarlar. Mahavira ya da Buda'ya bakın - güzel vücutlar, oldukça orantılı, önemli senfoniler gibi. Hayır, imkansız. ‘Tiksinti' yanlış bir kelime; öncelikle bu anlaşılmalı. Jugupsa tiksinti demek değil. Anlamı çok zor.
Üç çeşit insan vardır. Birincisi, vücutlarına çılgınca hayran olanlar; aslına bakarsanız bunlar takıntılılar. Özellikle kadınlar bedenlerine çok önem verirler. Kadınları gözle; aynaya bakarken mutluluklarına diyecek yoktur. Kendilerine adeta aşıktırlar ve aynanın önünde saatler harcayabilirler.Bunda yanlış bir şey yok, yalnızca saatlerce aynanın karşısında olmak bir takıntıdır. Bu sürekli olarak bedenine takılmış olan ilk türdür. O kadar ki bedeninin ötesinde var olduğunu unutur. Aşkınlık unutulmuştur; yalnızca gövdeye dönüşür. Vücuduna sahip değildir, vücudu ona sahip olmuştur. Bu birinci tür insandır.
İkinci tür insan, birincinin tam tersidir; o da takıntılıdır, ancak ters yönde. Vücuda karşıdır ve ondan tiksinir; aynayı kırar. Milyonlarca şekilde kendi vücuduna zarar vermeye devam eder, ondan nefret eder. Birincisi takıntılı şekilde bedenini seviyor; diğeri öteki uç noktada bedeninden nefret ediyor. İntihar etmek istiyor. İkinci tür insanın, bir yogi gibi davrandığı sanılabilir, ama öyle değildir. Yogiler nefret edemezler. Bu bir nesne meselesi değildir; yogiler nefret edemezler, çünkü nefret kirlilik yaratır. Bu, herhangi birinden, bir şeyden veya kendi vücudundan nefret etme meselesi değildir; nesnesi ne olursa olsun, nefret kirlilik getirir. Yogiler kendi vücutlarından nefret edemezler. Ancak, bu tür sapkın yogileri, Varanasi (Hindistan) sokaklarında kendi vücutlarına işkence ederek dikenlerin veya sivri uçlu çelik çivilerin üzerinde yatarken bulabilirsin. Bu, aynanın önünde narsistik bir düşkünlüğün zevkini çıkaran bir kadının tam tersidir. Bunlar ilk iki çeşittir ve bu iki türün arasında - tam ikisinin ortasında - vücudundan ne tiksinen ne de ona takıntılı olan, Patanjali'nin jugupsa dediği üçüncü bir tür bulunmaktadır.
Bu üçüncü tür, derin bir dengenin içindedir. Vücuduna dikkat eder, çünkü o bir araçtır. Hatta vücuduna kutsal bir şeymiş gibi davranır. Onu Tanrı yaratmıştır ve Tanrı'nın yarattığı şey, her ne olursa olsun, nasıl kutsal olmayabilir ki? O bir tapınaktır. Kınanmamalıdır. Çılgınca da düşkün olunmamalıdır, yoksa içinde kaybolursun. Bu tapınak bir hayal haline gelmemelidir, bir türbe haline gelmemelidir. Türbe, tapınağın, uğruna var olduğu en derindeki özdür. Tapınağın duvarlarına tapmamalısın, ama tam tersi yönde hareket edip duvarları yok etmeye başlamanın da hiç gereği yoktur. Yalnızca derin bir tanımsızlığa gerek vardır.
Kişi bilmelidir ki: "Ben vücudun içindeyim, ama vücuttan aşkınım - vücudun içindeyim ama vücut değilim. Vücudun içindeyim ama hapis değilim. Ben vücudun içindeyim, ama aynı zamanda ondan öteyim."
Vücut elbette bir sığınak ve güzel de bir sığınak ama, bu bir sınırlama olmamalıdır. Ondan memnun olunmalıdır; onunla savaşmaya hiç gerek yoktur. Onunla savaşmak yalnızca aptalca ve çocukçadır. O kullanılmalıdır ve doğru bir biçimde kullanılmalıdır. Jugupsa der ki - eğer onu bir şekilde tercüme etmem gerekliyse diyeceğim ki - yogi vücuttan düş kırıklığına uğramıştır. Ondan iğrenmez sadece düş kırıklığına uğramıştır. Ruhun aradığı büyük mutluluğun vücutla mümkün olacağını düşünmez, hayır! Ama tersini, vücudu yok ederek mutluluğa ulaşılabileceğini de düşünmez. Hayır, bu ikileme düşmemektedir. Vücutta bir misafir gibi yaşar, ama ona bir tapınakmış gibi davranır.
Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir jugupsa ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir.
Gereğinden fazla vücudunun içinde olduğunda, her zaman başka vücutlara temas etmeyi arzularsın. Senin aşk dediğin aslında aşk değil, yalnızca bir şehvet, başka vücutlara temas etme arzusudur. Çünkü beden yalnız başına var olamaz. Diğer vücutların ağı içinde var olur. Çocuk annenin rahminde doğar; dokuz ay boyunca annenin vücudu çocuğun vücudunu besler. Çocuğun vücudu tıpkı ağaç dallarının ağaçtan dışarı büyümesi gibi annenin vücudundan dışarı doğru büyür. Çocuk hazır olduğunda elbette rahimden dışarı çıkar, ama hala annenin vücuduyla olabildiğince iletişim halinde kalır; bu iletişim annesinin göğsüyle devam eder - yalnızca süt içmek için değil - fiziksel bir ihtiyaç olan vücut ısısını almaya devam etmek için de. Bir çocuk annesinin sıcaklığını özlerse, asla onun yokluğunda sağlıklı olamaz; vücut sürekli acı çeker. İhtiyacı olan her şey ona verilebilir - yemek, süt, vitaminler - ama eğer annesinin vücut sıcaklığı verilmezse... Ve elbette bu da çok sevgi dolu bir biçimde olmalı, çünkü eğer sen bir insanı sevmiyorsan, yine de ısının vücudundan diğer insana geçmesi mümkündür, ancak bu, sıcaklığın, içtenliğin değildir. Isı sevgiyle sıcaklığa dönüşür. Nitelik olarak farklı bir boyuta sahiptir. Bu, sadece ısı değildir; yoksa çocuğu ısıtabilirsin. Bugüne kadar merkezi sistemle ısıtılan bir odanın çocuk üzerinde etkilerini araştıran ve işe yaramayan birçok deney yapılmıştır. Çocuk annenin vücudundan kabul görme, sevilme, ihtiyaç duyuluyor olma, sevgi titreşimleri alır. İşte bu yüzden, sürekli olarak, erkek tüm hayatı boyunca bir kadının vücudu arkasından gider, arar, araştırır; kadın da tüm hayatı boyunca bir erkeğin vücudunu arar...
Karşı cinsler etkileyicidir, çünkü vücutların iki kutupluluğu birbirlerine yardımcı olur ve enerji verir. Bu karşıtlık bir gerilim ve enerji sağlar. Bunu beslersen güçlü hale gelirsin. Bu doğal, bunda yanlış olan bir şey yok, ama insan şiddete karşı olup, bencilliği bırakıp, içten ve samimi bir hale gelip saflaştığında, giderek daha çok saflaştığında, bilincin merkezi, vücuttan varlığa kayar. Varlık tümüyle yalnız kalabilir. İşte bu yüzden vücuduna fazla bağlı bir insan asla özgür olamaz. Çok fazla bağlılık onu çeşitli biçimlerde köleliğe, mahkumiyete sevk edecektir.
Bir kadını sevebilirsin, bir adamı sevebilirsin, ama aynı zamanda derinlerinde bir yerde direnirsin, çünkü sevgili olmak aynı zamanda bir köleliktir. Seni baltalar, ilişki seni hem besler hem de hapseder. Onsuz yaşayamazsın ve onunla da yaşayamazsın. Bu, tüm sevgililerin ortak problemidir. Ayrı yaşayamazlar ve birlikte de olamazlar. Ayrı olduklarında birbirlerini düşünürler, birlikte olduklarında da kavga ederler.
Bu neden olur? İşleyiş basittir. Sevebileceğin ya da seni seven bir kadınla birlikte olmadığın zaman, bir kadının vücudundan akan sıcaklığa karşı açlık hissetmeye başlarsın. Bir kadınla birlikte olduğunda artık aç değilsindir, iyi beslenmişsindir. Ve kısa bir süre içerisinde doyuma ulaşırsın. Bir süre sonra gereğinden fazla beslendiğinden, şimdi ayrılmak, yalnız ve ilgisiz olmak istersin. Tüm sevgililer birlikteyken şöyle düşünürler: "Yalnız olmak ne kadar güzel olurdu." Ve yalnızlarken, eninde sonunda diğerine ihtiyaç duymaya, şöyle düşünmeye ve hayal etmeye başlarlar: "Birlikte olmak ne kadar güzel olurdu."
Beden beraberlik ister, en içteki ruhun ise yalnızlık ister.
İşte sorun bu. En içteki ruhun yalnız kalabilir. O, göğe karşı yalnız başına duran Himalaya'nın doruğudur. En içteki ruhun yalnızken büyür, ama bedenin bir bağlantıya ihtiyaç duyar. Beden kalabalıklara, sıcaklığa, derneklere, toplumlara, örgütlere ihtiyaç duyar. Nerede olursa olsun birçok insanla birlikteyken beden kendini iyi hisseder. Ruhun ise kalabalıkta açlık hissedebilir, çünkü o yalnız-lıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hissedebilir, çünkü o yalnızlıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hisseder. Yalnızlıkta ruhun kendini mükemmel hisseder, ama bedenin ilişki için açlık hissetmeye başlar. Ve hayatta, eğer bunu anlamazsan çok perişan bir duruma gelirsin. Eğer anlarsan, bir ritim yaratırsın; hem vücudunun ihtiyaçlarını hem de ruhsal ihtiyaçlarını tatmin edersin. Bazen bir ilişkinin içine girersin, bazen çıkarsın. Bazen birlikte yaşarsın, bazen yalnız yaşarsın. Bazen doruğa ulaşırsın - öyle yalnız olursun ki "bir başkası" fikri bile ortadan kalkar.
Bu bir ahenktir. İşte yoga bu demektir. İlgi odağını bedenden ruha, maddiyattan maneviyata, görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene, dünyadan Tanrı'ya çevirmektir. Her şekilde, bunun tinsel olduğunu dile getirebilirsin. Bu bir ilgi odağı değişimidir. İlgi odağı tamamen değişiğinde yogi, yalnızlığı içinde o kadar mutlu, o kadar saadet doludur ki, bedenin başkalarıyla birlikte olmaya duyduğu olağan arzu bir süre sonra sona erer. Saflığa ulaşıldığında yoginin içinde kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı oluşur; artık aradığı cennete beden aracılığıyla kavuşulamayacağını, düşlediği saadete ulaşmanın beden aracılığı ile mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden aracılığıyla mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden için imkansızdır. Sınırlı olan aracılığıyla ebedi, ölümsüz olana erişmek istemektesindir. Sorun beden değildir, çaban anlamsızdır. Bedene öfkelenme, o sana hiçbir şey yapmamıştır. Bu, tıpkı kişinin gözleriyle dinlemeye çalışması gibidir, sorun gözlerde değildir; gözler görmek için vardır, duymak için değil. Beden maddeden yapılmıştır, maneviyattan değil. Beden ölür, ölümsüz değildir. İmkansızı istemektesin. Bunu isteme. Düş kırıklığının nedeni burada yatar.
Yogi, bedenle neyin mümkün olup neyin olmadığını basit bir şekilde anlamıştır. Mümkün olanı kabul eder, mümkün olmayanı istemez. Öfkeli değildir. Bedeninden nefret etmez. Ona her türlü özeni gösterir, çünkü beden bir merdiven, bir kapı olabilir. Amaç olamaz, ancak araç olabilir. Kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı...
Bu düş kırıklığı ne zaman olur? "Başkalarıyla fiziksel temas kurmak için duyulan isteksizlik." Sonrasında başkalarıyla fiziksel temas kurma ihtiyacı yavaş yavaş yok olur. Gerçekte bir insanın rahimden dışarı çıktığını söylemek için doğru zaman bu zamandır, öncesi değil. Bir yogide bu gereksinim ortadan kalkar...
Bu gereksinimle birlikte gerçekten doğar. Hindistan'da böyle insanlara dwij (ikinci kez doğmuş) denir. Kişinin, bu ikinci doğumu gerçek doğumudur. Artık onun kimseye ihtiyacı yoktur; insanüstü bir ışığa dönüşmüştür. O, artık yeryüzünden yukarıda süzülebilir; gökyüzüne uçabilir. Artık yeryüzünde kökleri yoktur. Bir çiçek olmuştur...
Çiçek değil, çünkü bir çiçeğin toprakta kökleri vardır...
Çiçeğin kokusu olmuştur. Tamamen özgürdür. Artık toprakta kökleri yoktur ve göğe doğru hareket eder. Başkalarının bedenleriyle ilişki kurma arzusu yok olur.
Zihinsel saflık, neşe, konsantrasyon kabiliyeti, hisler üzerinde hakimiyet ve kendini idrak için zindelik getirir.
Bu insan, artık başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacı hissetmeyen bu insan, özgürlüğünde öyle mutludur, öyle neşeli, öyle kutludur ki...
Geçen her dakikadan güçlü bir haz duyar. Bedenine dayandığın ölçüde mutsuz olursun, çünkü beden hantaldır. Bedeninin ötesine geçtiğin ölçüde hafiflersin.
İsa, havarilerine, "Gelin, beni izleyin. Benim yüküm hafiftir. Siz ağır yüklüler, gelin beni izleyin. Benim yüküm hafiftir, ağırlık yapmaz." demiştir.
"Zihinsel saflık neşe getirir..."
Eğer üzgünsen, her zaman keyifsizsen, her zaman mutsuzsan, mutsuzluğuna doğrudan etki edecek hiçbir şey yapılamaz. Ve ne yapılırsa yapılsın bu, boşuna olunacaktır. Doğu, eğer üzgün, mutsuz, keyifsiz, daima ağır yüklüysen, bunun bir hastalık olmadığının, bunun hastalığın yalnızca bir belirtisi olduğunun farkına varmıştır. Hastalık şudur ki; sen fazlasıyla beden merkezli olmalısın. Yani soru, karanlığını dağıtmak ve seni mutlu etmek için ne yapmak gerektiği olmamalıdır, mesele bu değildir. Sorulması gereken soru; bedeninden bağımsız olman için sana nasıl yardım edilmesi gerektiğidir, nasıl yardım edilmelidir ki bedeninle iç içe geçmişliğin giderek azalsın. İnsanlar her gün bana gelirler ve derler ki:
"Mutsuzuz, perişanız; her günün sabahı, yüzleşilecek yeni bir umutsuz gün gibi geliyor. Bir şekilde yataktan çıkabiliyoruz...
Umutsuzca.
Biliyoruz, fazlasıyla yaşadık hep aynı mutsuz günlerin tekrarını. Bize öyle bir şey verebilir misin ki bizi bu kederden çekip kurtarsın?"
Doğrudan yapılacak hiçbir şey yoktur; yalnızca dolaylı yoldan bir şey yapılabilir. Bu bir belirtidir; neden değildir. Ve belirtiyi tedavi etsen de hastalık iyileşmeyecektir. Neden, değiştirilmek zorundadır ve neden şudur:
Bedenine kök saldığın sürece, aynı oranda mutsuz olacaksın.
Bedenine köklenmediğin sürece, aynı oranda neşeli olacaksın.
Bedeninden tamamen bağımsız olduğunda, havada uçuşan bir koku olacaksın. Saadete kavuşacaksın.
İsa'nın bahsettiği kutsallığa, İsa'nın söz ettiği kutsanmışlığa; Buda'nın nirvana'sına. Mahavira bunun için tam olarak doğru kelimeyi bulmuştur; bunu kaivalya, yalnızlık olarak adlandırmıştır.
Tamamen bağımsız ve özgür oldun. Artık hiçbir şeye ihtiyaç yok; kendi kendine yetiyorsun.
Amaç budur, ancak bu amaca yalnızca çok titiz hareket edersen ve belirtilerle meşgul olmazsan ulaşabilirsin. Asla belirtiyi tedavi etme ve belirtiyi tedavi etmeye çalışarak boşa vakit geçirme; her zaman nedene in.
OSHO
Varlıktaki pasif direniş, cömertlik, çalmama güdüsü ve doğruluk kişiye saflık kazandırır. Bunlar Patanjali için ahlaki kavramlar değildir; bu her zaman akılda tutulmalıdır. Batı'da bunlar ahlâk olarak öğretilmiştir. Doğu'da ise ahlâk olarak değil, iç temizliği olarak öğretilir. Batı'da özgeci amaçlar olarak öğretilmiştir, Doğu'da bunların özgecilikle hiç alakası yoktur, tamamıyla bencilliktir. Bu senin iç temizliğindir. Onlar sana saflık verir ve saflıkla imkansız olan, mümkün, ulaşılabilir, erişilebilir hale gelir. Saflıkla, varlığının saldırganlığı kaybolur. Zarif, ince ve yumuşak bir hale gelirsin. Saflıkla, ilahinin tapınağı haline gelirsin. Saflıkla, herkese gelmesi ve sana uğraması için bir davetiye gönderilir ve bir gün damlaya damlaya okyanus meydana gelir.
Bunlar Batı'da - veya Mahatma Gandhi'nin öğrettiği biçimiyle Hindistan'da - olduğu gibi ahlaki kavramlar olarak öğretildiğinde nitelikleri bütünüyle değişir. "Pasif direnişçi olmalısın, çünkü şiddet başkalarını incitir. Kimseyi incitme. İnsanlık denilen, tek bir ailedir ve incitmek bir günah işlemektir," dediğinde, konuyu tamamıyla başka bir boyuta saptırırsın.
Patanjali der ki: "Pasif direnişçi ol; bu seni arındırır. Kimseyi incitme - incitmeyi aklından bile geçirme, çünkü bu şekilde düşünmeye başladığın an, içsel olarak kirlenirsin." Sorun diğerleri değil, sorun sensin. Elbette kişi pasif direnişçi olduğunda, diğerleri bundan fayda görür ama bu, pasif direnişçi olmanın amacı değildir. Bu yalnızca bir gölgedir, yalnızca ürünlerden biridir. Eğer yalnız başkalarını incitmemek için pasif direnişçi olmuşsan gerçek değil demektir. Pasif direnişçi sayılmazsın. Uygarlaşmış, iyi bir sosyal yurttaşsın ama varlığın dinden hiç nasibini almamış demektir. Pasif direnişçiliğin, sen ve diğerleri arasında iletici bir madde olarak iş görmeli. İşte o zaman yaşamın daha pürüzsüz bir hale gelir, ama daha saf bir hale değil, çünkü hedef (amaç) tüm nitelikleri değiştirir. Amaç başkalarını korumak değil - başkaları elbette korunmalı, ancak şimdi konu bu değil - amaç, saflığa ulaşmak, mükemmel saflığı öğrenmektir.
Doğu dinleri bencil davranmıştır, çünkü başka bir yol olmadığını bilirler ve birileri bencil olduğunda başkaları bundan bir hayli yararlanır. Aslına bakarsan gerçek özgecilik, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, ancak bencil olan bir varlıkta açabilir. Bencil olmak doğal bir şeydir. İnsanları tersine zorlamak, tersine onları doğal olmayan bir yola itmektir; doğal olmayan, Tanrı'nın yolu da değildir. Doğal olmayan şey baskılamayı da beraberinde getirir; bu da sana saflığı getirmez. Yani şu unutulmamalıdır ki bunlar ahlaki amaçlar değildir. Aslına bakarsan Doğu'da, erdem asla bir amaç olarak öğretilmemiştir, dinin gölgesidir. Din olduğu zaman, ahlaklılık otomatik olarak gelecektir, kişinin canını bununla sıkmasına gerek yoktur. Kişi bu konuda endişelenmemelidir, bu kendi akışı içerisine gelmektedir. Batı'da ahlaklılık amaç olarak - aslına bakarsan din olarak - öğretilmiştir.
Doğu'nun kutsal kitaplarının hiç birinde "On Emir" gibi bir şey bulunmaz. Yaşam, emirleri izlememelidir, izlerse bir köleye dönüşürsün. Ve kölelikle cennete ulaşsan bile, o cennet yeteri kadar cennet olmayacaktır - kölelik onun bir parçası olarak kalacaktır. Bağımsızlık, özgürlük, yükselişin temel parçası olmalıdır. Yani bunlar hijyenik oranlardır. Seni arındırır, sana iç sağlığı verirler.
Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir tiksinme ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir. Jugupsa kelimesiyle ilgili bazı sorunlar vardır. Başka dillere ‘tiksinti' şeklinde tercüme edilmiştir. Çünkü İngilizce'de jugupsa'nın anlamını tamamıyla karşılayan bir kelime bulunmuyor. Tiksinti kelimesi yanlıştır. ‘Tiksinti' kelimesinin kendisi tiksindiricidir. İçinde kendi bedeni için tiksinti meydana gelen bir yogi düşünmek sadece inanılmazdır, çünkü yogiler vücutlarına hiç kimsenin göstermediği özeni gösterirler. Vücutlarına kimsenin bakmadığı gibi bakarlar. Mahavira ya da Buda'ya bakın - güzel vücutlar, oldukça orantılı, önemli senfoniler gibi. Hayır, imkansız. ‘Tiksinti' yanlış bir kelime; öncelikle bu anlaşılmalı. Jugupsa tiksinti demek değil. Anlamı çok zor.
Üç çeşit insan vardır. Birincisi, vücutlarına çılgınca hayran olanlar; aslına bakarsanız bunlar takıntılılar. Özellikle kadınlar bedenlerine çok önem verirler. Kadınları gözle; aynaya bakarken mutluluklarına diyecek yoktur. Kendilerine adeta aşıktırlar ve aynanın önünde saatler harcayabilirler.Bunda yanlış bir şey yok, yalnızca saatlerce aynanın karşısında olmak bir takıntıdır. Bu sürekli olarak bedenine takılmış olan ilk türdür. O kadar ki bedeninin ötesinde var olduğunu unutur. Aşkınlık unutulmuştur; yalnızca gövdeye dönüşür. Vücuduna sahip değildir, vücudu ona sahip olmuştur. Bu birinci tür insandır.
İkinci tür insan, birincinin tam tersidir; o da takıntılıdır, ancak ters yönde. Vücuda karşıdır ve ondan tiksinir; aynayı kırar. Milyonlarca şekilde kendi vücuduna zarar vermeye devam eder, ondan nefret eder. Birincisi takıntılı şekilde bedenini seviyor; diğeri öteki uç noktada bedeninden nefret ediyor. İntihar etmek istiyor. İkinci tür insanın, bir yogi gibi davrandığı sanılabilir, ama öyle değildir. Yogiler nefret edemezler. Bu bir nesne meselesi değildir; yogiler nefret edemezler, çünkü nefret kirlilik yaratır. Bu, herhangi birinden, bir şeyden veya kendi vücudundan nefret etme meselesi değildir; nesnesi ne olursa olsun, nefret kirlilik getirir. Yogiler kendi vücutlarından nefret edemezler. Ancak, bu tür sapkın yogileri, Varanasi (Hindistan) sokaklarında kendi vücutlarına işkence ederek dikenlerin veya sivri uçlu çelik çivilerin üzerinde yatarken bulabilirsin. Bu, aynanın önünde narsistik bir düşkünlüğün zevkini çıkaran bir kadının tam tersidir. Bunlar ilk iki çeşittir ve bu iki türün arasında - tam ikisinin ortasında - vücudundan ne tiksinen ne de ona takıntılı olan, Patanjali'nin jugupsa dediği üçüncü bir tür bulunmaktadır.
Bu üçüncü tür, derin bir dengenin içindedir. Vücuduna dikkat eder, çünkü o bir araçtır. Hatta vücuduna kutsal bir şeymiş gibi davranır. Onu Tanrı yaratmıştır ve Tanrı'nın yarattığı şey, her ne olursa olsun, nasıl kutsal olmayabilir ki? O bir tapınaktır. Kınanmamalıdır. Çılgınca da düşkün olunmamalıdır, yoksa içinde kaybolursun. Bu tapınak bir hayal haline gelmemelidir, bir türbe haline gelmemelidir. Türbe, tapınağın, uğruna var olduğu en derindeki özdür. Tapınağın duvarlarına tapmamalısın, ama tam tersi yönde hareket edip duvarları yok etmeye başlamanın da hiç gereği yoktur. Yalnızca derin bir tanımsızlığa gerek vardır.
Kişi bilmelidir ki: "Ben vücudun içindeyim, ama vücuttan aşkınım - vücudun içindeyim ama vücut değilim. Vücudun içindeyim ama hapis değilim. Ben vücudun içindeyim, ama aynı zamanda ondan öteyim."
Vücut elbette bir sığınak ve güzel de bir sığınak ama, bu bir sınırlama olmamalıdır. Ondan memnun olunmalıdır; onunla savaşmaya hiç gerek yoktur. Onunla savaşmak yalnızca aptalca ve çocukçadır. O kullanılmalıdır ve doğru bir biçimde kullanılmalıdır. Jugupsa der ki - eğer onu bir şekilde tercüme etmem gerekliyse diyeceğim ki - yogi vücuttan düş kırıklığına uğramıştır. Ondan iğrenmez sadece düş kırıklığına uğramıştır. Ruhun aradığı büyük mutluluğun vücutla mümkün olacağını düşünmez, hayır! Ama tersini, vücudu yok ederek mutluluğa ulaşılabileceğini de düşünmez. Hayır, bu ikileme düşmemektedir. Vücutta bir misafir gibi yaşar, ama ona bir tapınakmış gibi davranır.
Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir jugupsa ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir.
Gereğinden fazla vücudunun içinde olduğunda, her zaman başka vücutlara temas etmeyi arzularsın. Senin aşk dediğin aslında aşk değil, yalnızca bir şehvet, başka vücutlara temas etme arzusudur. Çünkü beden yalnız başına var olamaz. Diğer vücutların ağı içinde var olur. Çocuk annenin rahminde doğar; dokuz ay boyunca annenin vücudu çocuğun vücudunu besler. Çocuğun vücudu tıpkı ağaç dallarının ağaçtan dışarı büyümesi gibi annenin vücudundan dışarı doğru büyür. Çocuk hazır olduğunda elbette rahimden dışarı çıkar, ama hala annenin vücuduyla olabildiğince iletişim halinde kalır; bu iletişim annesinin göğsüyle devam eder - yalnızca süt içmek için değil - fiziksel bir ihtiyaç olan vücut ısısını almaya devam etmek için de. Bir çocuk annesinin sıcaklığını özlerse, asla onun yokluğunda sağlıklı olamaz; vücut sürekli acı çeker. İhtiyacı olan her şey ona verilebilir - yemek, süt, vitaminler - ama eğer annesinin vücut sıcaklığı verilmezse... Ve elbette bu da çok sevgi dolu bir biçimde olmalı, çünkü eğer sen bir insanı sevmiyorsan, yine de ısının vücudundan diğer insana geçmesi mümkündür, ancak bu, sıcaklığın, içtenliğin değildir. Isı sevgiyle sıcaklığa dönüşür. Nitelik olarak farklı bir boyuta sahiptir. Bu, sadece ısı değildir; yoksa çocuğu ısıtabilirsin. Bugüne kadar merkezi sistemle ısıtılan bir odanın çocuk üzerinde etkilerini araştıran ve işe yaramayan birçok deney yapılmıştır. Çocuk annenin vücudundan kabul görme, sevilme, ihtiyaç duyuluyor olma, sevgi titreşimleri alır. İşte bu yüzden, sürekli olarak, erkek tüm hayatı boyunca bir kadının vücudu arkasından gider, arar, araştırır; kadın da tüm hayatı boyunca bir erkeğin vücudunu arar...
Karşı cinsler etkileyicidir, çünkü vücutların iki kutupluluğu birbirlerine yardımcı olur ve enerji verir. Bu karşıtlık bir gerilim ve enerji sağlar. Bunu beslersen güçlü hale gelirsin. Bu doğal, bunda yanlış olan bir şey yok, ama insan şiddete karşı olup, bencilliği bırakıp, içten ve samimi bir hale gelip saflaştığında, giderek daha çok saflaştığında, bilincin merkezi, vücuttan varlığa kayar. Varlık tümüyle yalnız kalabilir. İşte bu yüzden vücuduna fazla bağlı bir insan asla özgür olamaz. Çok fazla bağlılık onu çeşitli biçimlerde köleliğe, mahkumiyete sevk edecektir.
Bir kadını sevebilirsin, bir adamı sevebilirsin, ama aynı zamanda derinlerinde bir yerde direnirsin, çünkü sevgili olmak aynı zamanda bir köleliktir. Seni baltalar, ilişki seni hem besler hem de hapseder. Onsuz yaşayamazsın ve onunla da yaşayamazsın. Bu, tüm sevgililerin ortak problemidir. Ayrı yaşayamazlar ve birlikte de olamazlar. Ayrı olduklarında birbirlerini düşünürler, birlikte olduklarında da kavga ederler.
Bu neden olur? İşleyiş basittir. Sevebileceğin ya da seni seven bir kadınla birlikte olmadığın zaman, bir kadının vücudundan akan sıcaklığa karşı açlık hissetmeye başlarsın. Bir kadınla birlikte olduğunda artık aç değilsindir, iyi beslenmişsindir. Ve kısa bir süre içerisinde doyuma ulaşırsın. Bir süre sonra gereğinden fazla beslendiğinden, şimdi ayrılmak, yalnız ve ilgisiz olmak istersin. Tüm sevgililer birlikteyken şöyle düşünürler: "Yalnız olmak ne kadar güzel olurdu." Ve yalnızlarken, eninde sonunda diğerine ihtiyaç duymaya, şöyle düşünmeye ve hayal etmeye başlarlar: "Birlikte olmak ne kadar güzel olurdu."
Beden beraberlik ister, en içteki ruhun ise yalnızlık ister.
İşte sorun bu. En içteki ruhun yalnız kalabilir. O, göğe karşı yalnız başına duran Himalaya'nın doruğudur. En içteki ruhun yalnızken büyür, ama bedenin bir bağlantıya ihtiyaç duyar. Beden kalabalıklara, sıcaklığa, derneklere, toplumlara, örgütlere ihtiyaç duyar. Nerede olursa olsun birçok insanla birlikteyken beden kendini iyi hisseder. Ruhun ise kalabalıkta açlık hissedebilir, çünkü o yalnız-lıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hissedebilir, çünkü o yalnızlıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hisseder. Yalnızlıkta ruhun kendini mükemmel hisseder, ama bedenin ilişki için açlık hissetmeye başlar. Ve hayatta, eğer bunu anlamazsan çok perişan bir duruma gelirsin. Eğer anlarsan, bir ritim yaratırsın; hem vücudunun ihtiyaçlarını hem de ruhsal ihtiyaçlarını tatmin edersin. Bazen bir ilişkinin içine girersin, bazen çıkarsın. Bazen birlikte yaşarsın, bazen yalnız yaşarsın. Bazen doruğa ulaşırsın - öyle yalnız olursun ki "bir başkası" fikri bile ortadan kalkar.
Bu bir ahenktir. İşte yoga bu demektir. İlgi odağını bedenden ruha, maddiyattan maneviyata, görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene, dünyadan Tanrı'ya çevirmektir. Her şekilde, bunun tinsel olduğunu dile getirebilirsin. Bu bir ilgi odağı değişimidir. İlgi odağı tamamen değişiğinde yogi, yalnızlığı içinde o kadar mutlu, o kadar saadet doludur ki, bedenin başkalarıyla birlikte olmaya duyduğu olağan arzu bir süre sonra sona erer. Saflığa ulaşıldığında yoginin içinde kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı oluşur; artık aradığı cennete beden aracılığıyla kavuşulamayacağını, düşlediği saadete ulaşmanın beden aracılığı ile mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden aracılığıyla mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden için imkansızdır. Sınırlı olan aracılığıyla ebedi, ölümsüz olana erişmek istemektesindir. Sorun beden değildir, çaban anlamsızdır. Bedene öfkelenme, o sana hiçbir şey yapmamıştır. Bu, tıpkı kişinin gözleriyle dinlemeye çalışması gibidir, sorun gözlerde değildir; gözler görmek için vardır, duymak için değil. Beden maddeden yapılmıştır, maneviyattan değil. Beden ölür, ölümsüz değildir. İmkansızı istemektesin. Bunu isteme. Düş kırıklığının nedeni burada yatar.
Yogi, bedenle neyin mümkün olup neyin olmadığını basit bir şekilde anlamıştır. Mümkün olanı kabul eder, mümkün olmayanı istemez. Öfkeli değildir. Bedeninden nefret etmez. Ona her türlü özeni gösterir, çünkü beden bir merdiven, bir kapı olabilir. Amaç olamaz, ancak araç olabilir. Kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı...
Bu düş kırıklığı ne zaman olur? "Başkalarıyla fiziksel temas kurmak için duyulan isteksizlik." Sonrasında başkalarıyla fiziksel temas kurma ihtiyacı yavaş yavaş yok olur. Gerçekte bir insanın rahimden dışarı çıktığını söylemek için doğru zaman bu zamandır, öncesi değil. Bir yogide bu gereksinim ortadan kalkar...
Bu gereksinimle birlikte gerçekten doğar. Hindistan'da böyle insanlara dwij (ikinci kez doğmuş) denir. Kişinin, bu ikinci doğumu gerçek doğumudur. Artık onun kimseye ihtiyacı yoktur; insanüstü bir ışığa dönüşmüştür. O, artık yeryüzünden yukarıda süzülebilir; gökyüzüne uçabilir. Artık yeryüzünde kökleri yoktur. Bir çiçek olmuştur...
Çiçek değil, çünkü bir çiçeğin toprakta kökleri vardır...
Çiçeğin kokusu olmuştur. Tamamen özgürdür. Artık toprakta kökleri yoktur ve göğe doğru hareket eder. Başkalarının bedenleriyle ilişki kurma arzusu yok olur.
Zihinsel saflık, neşe, konsantrasyon kabiliyeti, hisler üzerinde hakimiyet ve kendini idrak için zindelik getirir.
Bu insan, artık başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacı hissetmeyen bu insan, özgürlüğünde öyle mutludur, öyle neşeli, öyle kutludur ki...
Geçen her dakikadan güçlü bir haz duyar. Bedenine dayandığın ölçüde mutsuz olursun, çünkü beden hantaldır. Bedeninin ötesine geçtiğin ölçüde hafiflersin.
İsa, havarilerine, "Gelin, beni izleyin. Benim yüküm hafiftir. Siz ağır yüklüler, gelin beni izleyin. Benim yüküm hafiftir, ağırlık yapmaz." demiştir.
"Zihinsel saflık neşe getirir..."
Eğer üzgünsen, her zaman keyifsizsen, her zaman mutsuzsan, mutsuzluğuna doğrudan etki edecek hiçbir şey yapılamaz. Ve ne yapılırsa yapılsın bu, boşuna olunacaktır. Doğu, eğer üzgün, mutsuz, keyifsiz, daima ağır yüklüysen, bunun bir hastalık olmadığının, bunun hastalığın yalnızca bir belirtisi olduğunun farkına varmıştır. Hastalık şudur ki; sen fazlasıyla beden merkezli olmalısın. Yani soru, karanlığını dağıtmak ve seni mutlu etmek için ne yapmak gerektiği olmamalıdır, mesele bu değildir. Sorulması gereken soru; bedeninden bağımsız olman için sana nasıl yardım edilmesi gerektiğidir, nasıl yardım edilmelidir ki bedeninle iç içe geçmişliğin giderek azalsın. İnsanlar her gün bana gelirler ve derler ki:
"Mutsuzuz, perişanız; her günün sabahı, yüzleşilecek yeni bir umutsuz gün gibi geliyor. Bir şekilde yataktan çıkabiliyoruz...
Umutsuzca.
Biliyoruz, fazlasıyla yaşadık hep aynı mutsuz günlerin tekrarını. Bize öyle bir şey verebilir misin ki bizi bu kederden çekip kurtarsın?"
Doğrudan yapılacak hiçbir şey yoktur; yalnızca dolaylı yoldan bir şey yapılabilir. Bu bir belirtidir; neden değildir. Ve belirtiyi tedavi etsen de hastalık iyileşmeyecektir. Neden, değiştirilmek zorundadır ve neden şudur:
Bedenine kök saldığın sürece, aynı oranda mutsuz olacaksın.
Bedenine köklenmediğin sürece, aynı oranda neşeli olacaksın.
Bedeninden tamamen bağımsız olduğunda, havada uçuşan bir koku olacaksın. Saadete kavuşacaksın.
İsa'nın bahsettiği kutsallığa, İsa'nın söz ettiği kutsanmışlığa; Buda'nın nirvana'sına. Mahavira bunun için tam olarak doğru kelimeyi bulmuştur; bunu kaivalya, yalnızlık olarak adlandırmıştır.
Tamamen bağımsız ve özgür oldun. Artık hiçbir şeye ihtiyaç yok; kendi kendine yetiyorsun.
Amaç budur, ancak bu amaca yalnızca çok titiz hareket edersen ve belirtilerle meşgul olmazsan ulaşabilirsin. Asla belirtiyi tedavi etme ve belirtiyi tedavi etmeye çalışarak boşa vakit geçirme; her zaman nedene in.
OSHO
.
Tek başınasın, öfke ortaya çıkmaz. Öfke yok olduğundan değil. Basitçe, öfke için gereken durum mevcut değil.
Sen öfkeyle dolusun ama sana saldıracak, seni incitecek kimse yok. Sadece fırsatı kaçırıyorsun. Dünyaya geri dön. Himalayalarda elli yıl yaşa; dünyaya geri döndüğünde hemen o an öfkenin mevcut olduğunu bulacaksın, her zaman olduğu kadar tazedir; belki de şimdi elli yıllın birikmiş öfkesiyle, birikmiş zehriyle daha da güçlüdür. O zaman kişi dünyaya dönmekten korkar. Himalayalara git. Oralarda takılan pek çok insan göreceksin.
Korkaklar; onlar dünyaya dönemezler.
Bu nasıl bir saflıktır ki KORKUYOR?
Bu nasıl bir bırakmışlıktır ki KORKUYOR?
Bu ne türden bir gerçekliktir ki MAYA'dan, yanılsamadan KORKUYOR?
Bu nasıl bir ışıktır ki karanlıktan KORKUYOR; karanlığa geldiğinde, karanlık daha güçlü olacak ve onu yok edecek?
Hiç karanlık, herhangi bir ışığı yok edebilmiş midir? Ama onlar takılmaya devam ederler. Onlar ne kadar orada takılırlarsa, dünyaya geri gelme kapasiteleri de o kadar azalır. Çünkü Himalayalarda iken kendi güzel imajlarına sahip olabilirler; onları yok edecek hiç kimse yoktur. Dünyada bu zordur. Bir yerlerden birisi gelip ayağına basar; bir yerlerden birisi gelip senin canını yakar. Öfkeyi bırakmak zorundasın. Benim tüm gayretim senin değişmen içindir.
MANZARAYI DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞMA, LÜTFEN KENDİNİ DEĞİŞTİR.
Manzarayı değiştirmenin kimseye bir faydası olmayacak; bu asla kimseye bir fayda vermedi. Ve sen hergün saatlece meditasyon yapmayı düşünürüsün. Sadece meditasyon yapmak değil, meditasyon bir yaşam tarzı haline gelmediği sürece günde yirmi dört saat dahi meditasyon yapsan faydası olmayacak. Bir saat de meditasyon yapsan, iki saat de, üç saat de, altı saat de yahut pek çok saat de - yirmi dört saat bile - yapabilirsin, delireceksin ama SAMADHI'ye erişemeyeceksin
İnsan geçmişte yaşar. şimdiki andan geçer ama kökleri geçmişte kalır. Sıradan bilinç için gerçek zaman şimdiki zaman değildir; sıradan zihin için gerçek, geçmiş zamandır. şimdiki zaman sadece geçmişle gelecek arasındaki geçittir, anlık bir geçit.
Geçmiş gerçektir ve gelecek de öyledir ama şimdiki an sıradan bilinç için gerçek değildir. Gelecek sadece genişlemiş geçmiştir. Gelecek tekrar tekrar geçmişin yansıtılmasıdır. Şimdiki zaman yokmuş gibi gelir.
Şimdiki anı düşünecek olursan onu bulamayacaksın bile çünkü onu bulduğun an geçmiş olur. Bir an önce, onu bulmamışken, o gelecekteydi. Bir buda-bilinci için, aydınlanmış bir varlık için yalnızca şimdiki an vardır. Sıradan bir bilinç, farkında olmayan, uykudaki bir uyurgezer için geçmiş ve gelecek gerçektir ve şimdiki an gerçek değildir. Sadece kişi uyandığında şimdi gerçektir ve geçmiş ve gelecek gerçek dışı olur.
Bu neden böyledir? Neden geçmişte yaşıyorsun? Çünkü zihin biriktirilmiş zihinden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır; yaptığın tüm şeyler, rüyasını gördüğün tüm şeyler, yapmayı isteyip yapamadığın tüm şeyler, geçmişte kafanda canlandırdığın her şeydir zihin.
Zihin ölü bir mevcudiyettir. Zihnin aracılığıyla bakarsan şimdiyi asla bulamazsın çünkü şimdiki an yaşamdır ve yaşama asla ölü bir şey aracılığıyla yaklaşamazsın. Zihin ölüdür. Zihin bir aynanın üzerini kaplayan toz gibidir. Ne kadar çok tozla kaplanırsa ayna o kadar az ayna gibi olur. Ve eğer senin üzerindeki gibi toz katmanı kalınsa, o zaman ayna yansıtma yapmayacaktır bile.
Herkes toz topluyor; sadece toplamıyor, ona yapışıyorsun, onun bir hazine olduğunu düşünüyorsun. Geçmiş bitti, neden ona yapışıyorsun? Onunla hiçbir şey yapamazsın, geçmişe gidemezsin, onu silemezsin; neden ona yapışıyorsun? O bir hazine değil. Ve şayet geçmişe yapışır ve onun bir hazine olduğunu düşünürsen elbette zihnin onu gelecekte tekrar tekrar yaşamak isteyecek. Geleceğin, modifikasyon yapılmış geçmişten başka bir şey olamaz; birazcık yontulmuş, birazcık dekore edilmiş ama aynısı olacak çünkü zihin bilinmeyen bir şeyi düşünemez. Zihin sadece bilineni tasarlayacaktır, bildiğin şeyi.
Bir kadını seversin ve kadın ölür. şimdi nasıl başka bir kadın bulacaksın? Diğer kadın, ölmüş karının modifikasyondan geçmiş bir hali olacaktır; bu senin bildiğin tek yol. Gelecekte yapacağın her ne olursa olsun, geçmişin bir devamından başka bir şey olmayacak. Biraz değiştirebilirsin; bir yama oraya, bir yama şuraya ama ana kısım olduğu gibi kalır. Ölüm döşeğinde yatarken birisi Nasrettin Hoca'ya sordu: "Sana yeni bir hayat verilse onu nasıl yaşardın Nasrettin? Herhangi bir değişiklik yapar mıydın?" Nasrettin kapalı gözlerle derin derin düşündü, taşındı, evirdi çevirdi, sonra gözlerini açtı ve dedi ki: "Evet, eğer bana yeni bir hayat verilirse saçlarımı ortadan ayıracağım. Bunu hep istemiştim ama babam her zaman yapmamam konusunda ısrar etti. Ve babam öldüğünde de saçlarım artık öyle alışmıştı ki ortadan ayrılmıyordu."
Gülme! Yaşamınla ne yapacağın sana sorulursa bunun gibi çok az değişiklik yapacaksın. Burnu birazcık daha değişik bir koca, karından biraz değişik yüzlü bir kadın, biraz daha büyük yahut küçük ev. Ama bunlar saçını ortadan ayırmaktan daha başka bir şey değil, ıvır zıvır, önemsiz. Öz hayatın aynı kalacak. Bunu çok, çok kereler yapmıştın; özde hayatın aynı kaldı. Pek çok kereler sana yaşam verildi. Pek çok kereler yaşadın; sen çok çok eski dönemlerden kalmasın. Bu yeryüzünde yeni değilsin, bu dünyadan daha da eskisin çünkü başka dünyalarda, başka gezegenlerde de yaşadın. Varoluş kadar eskisin; bu böyle olmalı çünkü sen onun bir parçasısın. Çok eskisin ama aynı kalıbı tekrar tekrar yineliyorsun. Bu nedenle Hindular ona yaşam ve ölüm tekerleği derler; kendisini tekrar edip durduğu için tekerlek.
Yinelemedir; aynı teller yukarı gelip aşağı iniyor, aşağı inip yukarı çıkıyor. Zihin kendisini yansıtır ve zihin geçmiştir, o halde geleceğin, geçmişten başka bir şey olmayacaktır. Ve nedir geçmiş? Geçmişte ne yaptın? Her ne yaptıysan - iyi, kötü; şu, bu - ne yaparsan yap kendi tekrarını yaratıyor. Karma teorisi budur. Evvelsi gün kızdıysan dün tekrar kızmak için belli bir potansiyel yarattın. Sonra bunu tekrar ettin, kızgınlığa daha çok enerji verdin. Kızgınlık halini daha da kökleştirdin, suladın; bugün artık onu daha büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrar edeceksin. Ve yarın yine bugünün kurbanı olacaksın. Yaptığın ve hatta düşündüğün her eylemin kendine has tekrar ve tekrar ısrar etme yolları vardır çünkü bu senin varlığında belli bir kanal açar. Senden enerji emmeye başlar. Kızgınsın, sonra bu hal gider ve sen artık kızgın olmadığını düşünürsün; o zaman işin özünü kaçırırsın. Bu ruh hali gittiğinde hiçbir şey olmadı; sadece teker hareket etti ve yukarıda olan teli aşağıya indi. Kızgınlık birkaç dakika önce yüzeydeydi; kızgınlık şimdi bilinçaltının içine, varlığının derinine indi. O zamanın tekrar gelmesini bekleyecek.
Eğer ona uygun davrandıysan onu sağlamlaştırdın. Onun yaşaması için tekrar bir ruhsat vermiş oldun. Ona yeniden bir güç, bir enerji verdin. Toprağın altındaki bir tohum gibi zonkluyor, doğru zamanı ve mevsimi bekliyor ve sonra da filizlenecek. Her eylem kendi kendini yaşatır, her düşünce kendi kendini yaşatır. Onunla bir kez işbirliği yaparsan, ona enerji veriyorsundur. Er ya da geç alışkanlığa dönüşecektir. Onu yapacaksın ve bir yapan olmayacaksın; onu sadece alışkanlığın gücüyle yapacaksın.
İnsanlar alışkanlık ikinci doğadır derler; bu bir abartı değildir. Aksine o bir azımsamadır! Aslında, alışkanlık birinci doğa olur ve doğa da ikincil hale düşer. Doğa sadece bir kitaptaki bir ek ya da dipnotlara dönüşür ve alışkanlık da kitabın ana gövdesi olur. Alışkanlık yoluyla yaşarsın; bunun anlamı, alışkanlık aslında senin aracılığınla yaşar demektir. Alışkanlığın kendisi ısrar eder, onun kendi enerjisi vardır. Elbette senden enerji alır ama geçmişte sen işbirliği yaptın ve şimdi de işbirliği yapıyorsun.
Zamanla alışkanlık efendi, sen de yalnızca bir hizmetkar, bir gölge olacaksın. Alışkanlık emir, komut verecek ve sen de sadece itaatkar bir hizmetçi olacaksın. Ona uymak zorunda olacaksın.
Bir Hindu mistik olan Eknath, bir kutsal yolculuğa çıkıyordu. Kutsal yolculuk en az bir yıl sürecekti çünkü ülkedeki tüm mukaddes yerleri ziyaret edecekti. Elbette Eknath ile seyahat etmek bir imtiyazdı, o yüzden bin kişi onunla beraber seyahat ediyordu. Kasabanın hırsızı da geldi ve dedi ki: "Biliyorum ki ben bir hırsızım ve senin dini cemaatinin bir üyesi olmayı hak etmiyorum ama bana da bir şans ver. Ben de bu kutsal yolculuğa çıkmak istiyorum."
Eknath dedi ki: "Bu zor olacak çünkü bir yıl uzun bir süre ve sen insanların şeylerini çalmaya başlayabilirsin. Sorun yaratabilirsin. Lütfen vazgeç bu fikirden." Ama hırsız ısrarcıydı. "Bir yıllığına çalmaktan vazgeçeceğim ama mutlaka gelmeliyim. Ve sana söz veriyorum, bir yıl boyunca kimseden tek bir şey bile çalmayacağım," dedi. Eknath kabul etti. Ama bir hafta içinde sorun başladı ve sorun şu ki, insanların eşyalarından bir şeyler kaybolmaya başladı. Hatta daha da fazla kafa karıştırıcıydı çünkü kimse bir şey çalmıyordu; bir şeyler birilerinin çantasından kayboluyor ve birkaç gün sonra başka birisinin çantasından çıkıyordu. Kaybolan şeylerin çantasında bulunduğu adam, "Ben hiçbir şey yapmadım. Gerçekten bu şeylerin nasıl olup da benim çantama geldiğini bilmiyorum," diyordu Eknath şüphelendi, bir gece uyuyormuş gibi yaptı ama uyanıktı ve izledi. Gece yarısına doğru, gecenin tam ortasında hırsız belirdi ve bir kişinin çantasındakini ötekiyle değiştirmeye başladı. Eknath onu suçüstü yakaladı ve dedi ki: "Ne yapıyorsun? Ve sen söz vermiştin!" Hırsız da, "Ben sözümü tutuyorum. Ben tek bir şey bile çalmadım. Ama bu benim çok eski bir alışkanlığım gecenin ortasında eğer bir şeytanlık yapmazsam uyumam imkansızlaşıyor. Ve bir yıl boyunca uyumamak? Sen merhametli bir adamsın. Bana karşı merhametli olmalısın. Ve ben çalmıyorum! Her şey sürekli bulunuyor; bir yere gitmiyorlar da, sadece birisinden diğerine yer değiştiriyor. Ve hepsinden öte bir yıl sonra yeniden çalmaya başlayacağım, o yüzden iyi bir pratik de oluyor."
Alışkanlıklar seni belli şeyler yapmaya zorluyor; sen bir kurbansın. Hindular ona karma yasası diyorlar. Yinelediğin her eylem ya da düşünce - çünkü düşünce de zihindeki çok ince bir eylemdir - giderek daha çok güçlenir. Artık onun pençesindesin. O zaman alışkanlıkta hapis olursun. O zaman bir mahkûmun, bir kölenin hayatını yaşarsın. Ve bu hapislik kolay fark edilmez; bu hapishane, alışkanlıklarından, koşullanmalarından ve yapmış olduğun eylemlerden yapılmıştır. Tüm bedenini sarmış durumda ve elin kolun bağlı ama sen hala onu kendin yapıyormuş gibi düşünüyor ve kendini kandırmaya devam ediyorsun. Kızdığında onu kendinin yaptığını düşünüyorsun. Ona bahaneler uydurup koşulların bunu gerektirdiğini söylüyorsun:
"Kızmak zorundaydım, yoksa çocuk yanlış yola sapacaktı. Kızmasaydım işler kötüye gidecekti ve ofiste her şey bir kaosa dönecekti. Hizmetkarlar söz dinlemeyecek; işleri idare etmek için kızmak zorundaydım."
Bunlar bahaneler; egon senin hala patron olduğuna inanmayı bu şekilde sürdürebiliyor. Ama değilsin. Kızgınlık eski kalıplardan, geçmişten gelir. Ve kızgınlık geldiğinde ona bahaneler bulmaya çalışırsın. Psikologlar deneyler yapmaktadır ve Doğulu ezoterik psikologlarla aynı sonuca ulaşmışlardır:
İnsan bir kurbandır, efendi değil.
Psikologlar mümkün olan her türlü konforu sağlayıp insanları tamamen tecrit etmişlerdir. Ne ihtiyaçları varsa temin edilmiş ama diğer insanlarla hiçbir temasta bulunmamışlardır. Klimalı hücrelerde hiç çalışmadan, hiç sorun olmadan, hiç belaya karışmadan yaşadılar ama aynı alışkanlıklar devam etti. Bir sabah artık ortada hiçbir neden yokken - çünkü her türlü konfor sağlanmışken, kaygı yokken, kızmak için bir bahane yokken - adam ansızın kızgınlığın, içinde kabardığını fark ediyor. O senin içinde.
Bazen görünürde hiçbir neden yokken aniden üzüntü gelir. Ve bazen kişi mutlu hisseder, bazen kendinden geçecek kadar mutlu hisseder. Tüm sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmış, her türlü konfor içerisinde tecrit edilmiş, her türlü gereksinimi karşılanmış bir adam, senin bir ilişkide yaşadığın tüm ruh hallerinin içinden geçiyor. Bu bir takım şeylerin içerden kaynaklandığı anlamına geliyor ve sen onu başkasının boynuna asıyorsun. Bu sadece bir bahane. İyi hissediyorsun, kötü hissediyorsun ve bu hisler kendi bilinçaltından, kendi geçmişinden kabarıp yükseliyor.
Senden başka kimse sorumlu değil.
Kimse seni kızdıramaz ve kimse seni mutlu edemez.
Kendi kendini mutlu ediyorsun, kendi kendini kızdırıyorsun ve kendi kendini üzüyorsun.
Bunu fark etmediğin sürece bir köle olarak kalacaksın.
"Başıma gelen ne olursa olsun, kesinkes ben sorumluyum. Koşulsuz olarak her ne olursa olsun kesinlikle ben sorumluyum."
Kişi bunu fark edince kendisinin efendisi haline gelir.
Başlangıçta bu senin canını sıkıp üzecek çünkü sorumluluğu başkasına atabilirsen, yanlış yapmadığın için kendini iyi hissedebilirsin.
Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın. Ama unutma, karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı; onları yere çarpmış olacaktı. Radyoyu kırmış olacaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamanda elinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı. Kızgınsın, karın saldırganlaştığı için değil; o sadece uygun durumu sana sağladı, hepsi bu. O sana kızman için bir olasılık, kızman için bir bahane vermiş olabilir ama kızgınlık kabarmaktaydı. Karın orada olmasaydı aynı şekilde kızmış olacaktın; başka bir şeye, bir fikre ama kızgınlık orada olmak zorundaydı. O senin kendi bilinçaltından gelmekte olan bir şeydi.
Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin?
Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun.
Eğer sorumluluğu başkalarına atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç, birisi başka birisini değiştirmiş midir?
Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi, başka birisinin değişmesini istemektir.
Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkansızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir var oluş sürer; onu değiştiremezsin.
Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir.
Tuzağa şu şekilde düşersin: şayet tüm eylemlerinden, tüm ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başlarsan başlangıçta depresyona gireceksin. Ama bu depresyonun içinden geçebilirsen, hemen sonra ışığı hissedeceksin çünkü artık başkalarından özgürleştin.
Artık kendi kendine çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Bütün dünya özgür ve mutlu olmasa bile fark etmez. Ve ilk özgürlük başkalarına sorumluluğu atmayı bırakmaktır ve ilk özgürlük sorumlu olduğunu bilmektir. O zaman pek çok şey birden mümkün hale gelir.
Başkalarına sorumluluğu atmaya devam edersen unutma ki bir esir olarak kalacaksın çünkü kimse bir başkasını değiştiremez. Kimse bir başkasını bugüne kadar değiştirebildi mi?
Sana ne olursa olsun - üzgün hissediyorsun, sadece gözlerini kapat ve üzüntünü izle - seni götürdüğü yere kadar izle, onun derinine gir. Sonrasında sebebine varacaksın. Çok uzun yolculuk yapman gerekebilir çünkü tüm hayatın bu işin içinde ve yalnızca bu hayat da değil, pek çok başka hayat da işin içinde.
Seni inciten pek çok yara bulacaksın ve bu yaralar nedeniyle üzüleceksin; onlar üzücüdür. Bu yaralar henüz kabuk bağlamadı, kanıyorlar.
Kaynağına gitmek, sonuçtan sebebe gitme yöntemi onları iyileştirecek.
Nasıl iyileştirir?
Neden iyileştirir?
Bunda ima edilen olgu nedir?
Ne zaman geriye doğru gidersen vazgeçeceğin ilk şey sorumluluğu başkalarının üzerine atmaktır çünkü sorumluluğu başkalarına atıyorsan dışarı doğru gidersin. O zaman tüm süreç yanlıştır, sebebi başka birisinde arıyorsun: "Neden benim karım saldırgan?" O zaman "niçin" sürekli bir biçimde karının davranışına nüfuz eder. İlk adımı tutturamadın ve tüm süreç yanlış olacaktır. "Neden mutsuzum? Neden kızgınım?" Gözlerini kapa ve bunun derin bir meditasyon olmasına izin ver. Yere uzan, gözlerini kapa, bedenini gevşet ve neden kızgın olduğunu hisset. Karını unut gitsin, bu bir bahane; A, B, C, D, her neyse bahaneyi unut. Kendi içinde derine doğru git, kızgınlığa nüfuz et. Kızgınlığın kendisini bir nehir gibi kullan; nehrin içinde ak ve nehir seni içeri doğru götürecek. İçinde çok ince yaralar bulacaksın. Karın sana saldırgan gözüktü çünkü içindeki çok ince bir yaraya, seni inciten bir şeye dokundu. Hep güzel olmadığını düşünmüştün, yüzün çirkin ve içinde bir yara var. Karın saldırganlaştığında yüzünün farkına varmanı sağlayacak. "Git de bir aynaya bak!" diyecek. Bir şey incinir. Karına sadık kalmadın ve o da saldırmak istediğinde onu tekrar gündeme getirecek, "Neden o kadınla gülüşüyordunuz? Neden o kadınla çok mutlu bir şekilde oturuyordunuz?" Bir yaraya dokunuldu. Sadık olmadın, suçlu hissediyorsun; yaran hala taze. Gözlerini kapa, kızgınlığı hisset, onun bütünüyle yükselmesine izin ver ki ne olduğunu tamamıyla görebilesin. Sonra da bırak bu enerji seni geçmişe doğru götürsün çünkü kızgınlık geçmişten geliyor. Gelecekten gelemez elbette. Gelecek henüz var olmadı. şimdiki andan gelmiyor.
Karmanın tüm bakış noktası şudur: Gelecekten gelemez çünkü gelecek henüz yok; şimdiden gelemez çünkü sen şimdinin ne olduğunu bilmiyorsun bile. şimdi sadece aydınlanmış olanlar tarafından bilinir. Sen sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden geliyor olmalı. Yara anılarında bir yerlerde olmalı. Geriye git. Bir tane yara olmayabilir, pek çok olabilir; büyük, küçük. Daha derine in ve ilk yarayı bul, tüm kızgınlıkların orijinal kaynağını. Eğer denersen bulabileceksin çünkü o zaten orada. Orada; tüm geçmişin hala orada. Sarılmış bir film gibi içerde bekliyor. Onu döndür, filme bakmaya başla. Kökteki sebebe doğru, geçmişe gitme süreci budur. Ve sürecin güzelliği şudur: şayet geriye doğru bilinçli olarak gidersen, şayet bilinçli olarak yarayı hissedersen yara hemen iyileşir. Peki, neden iyileşir?
Çünkü bir yara bilinçsizlik, farkında olmamak tarafından yaratılır. Bir yara cahilliğin, uykunun parçasıdır. Bilinçli olarak geçmişe gidip yaraya baktığında bilinç bir iyileştirme gücüdür. Geçmişte yara gerçekleştiğinde bilinçsizliğin içinde gerçekleşti. Kızgındın, kızgınlık tarafından ele geçirilmiştin; bir şey yaptın. Bir adamı öldürdün ve bunu tüm dünyadan saklıyordun. Polisten gizleyebilirsin, mahkemeden ve kanunlardan gizleyebilirsin ama kendinden nasıl saklayabilirsin? Biliyorsun, o acıtır. Ve ne zaman birisi sana kızman için bir fırsat verirse korkarsın çünkü yeniden olabilir, karını öldürebilirsin. Geri git çünkü birisini öldürdüğün ya da kızgınca ve çılgınca davrandığın an bilinçsizdin. Bilinçaltında bu yaralar korundu. Artık bilinçlen. Geriye gitmek bilinçsizlik halinde yapmış olduğun şeylere bilinçli olarak gitmek demektir. Geri git; sadece bilincin ışığı iyileştirir. O, iyileştirici bir güçtür. Neyi bilinçli hale getirebilirsen iyileşecek ve artık canını yakmayacak. Geriye giden bir insan geçmişi serbest bırakır. O zaman artık geçmiş işlemiyordur, o zaman artık geçmiş onu pençelerinde tutmuyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin onun varlığında yeri yoktur. Ve geçmişin senin varlığında yeri olmadığında sen şimdi için hazır olursun, asla ondan önce değil. Boşluğa ihtiyacın var; içerde çok fazla geçmiş var, ölmüş şeyler için bir hurdalık. şimdiki anın girebileceği bir boşluk yok. Bu hurdalık devamlı gelecek hakkında rüyalar görüyor, yani bu yerin yarısı artık olmayan şeylerle dolu, diğer yarısı da henüz gerçekleşmemiş şeylerle dolu. Ya şimdiki an? O dışarıda beklemekte. Bu nedenle şimdiki an bir geçitten ibaret, geçmişten geleceğe bir geçit, sadece anlık bir geçit.
Geçmişle işini bitir; geçmişle işini bitirmediğin sürece bir hayaletin hayatını yaşıyorsun. Hayatın sahici değil, var olmuyor. Geçmiş senin aracılığınla yaşıyor, sürekli ölüler sana musallat olmaya devam ediyor.
Geriye git; ne zaman fırsatın olursa, ne zaman içinde bir şey olursa. Mutluluk, mutsuzluk, üzüntü, kıskançlık; gözlerini kapa ve geriye git. Kısa süre sonra geriye doğru seyahat etmede ehil hale geleceksin. Kısa süre sonra geçmişte geriye gidebileceksin ve pek çok yara açılacak. İçinde bu yaralar açılınca bir şeyler yapmaya başlama. Yapmaya gerek yok. Sadece bak, izle, gözle. Yara orada; izleme enerjini yaraya ver, ona bak. Ona hiçbir yargı olmaksızın bak çünkü eğer yargılarsan; eğer, "Bu kötü, bu böyle olmamalı," dersen yara yeniden kendisini kapatır. O zaman gizlenmek zorunda kalacak. Ayıpladığın zaman zihin bir takım şeyleri gizlemeye çalışır. Bilinç ve bilinçaltı bu şekilde yaratılır. Yoksa zihin tektir; bölünmek için neden yoktur. Ama sen ayıplarsın; o zaman zihin de bölmek ve bazı şeyleri karanlığa, bodruma koymak zorunda kalır bu sayede onarlı göremezsin ve ayıplanmayı gerektirecek bir şey olmaz.
Ayıplama, takdir etme. Yalnızca bir tanık ol, bağımsız bir gözlemci. Reddetme. "Bu iyi değil," deme çünkü bu bir reddediş ve bastırmaya başladın.
Geride dur. Sadece bak ve izle. Şefkatle bak ve iyileşme gerçekleşecek. Bana neden oluyor diye sorma çünkü o doğal bir olay; bu tıpkı yüz santigrat derecede suyun kaynaması gibidir. Hiçbir zaman, "Neden doksan dokuz derecede değil?" diye sormazsın. Bunu kimse yanıtlayamaz. Sadece yüz derecede kaynaması gerçekleşir. Bir soru yoktur ve soru sormak yersizdir. Doksan dokuz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Doksan sekiz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Yüz derecede suyun kaynaması sadece doğaldır. Aynı şey içsel doğa için de geçerlidir. Tarafsız, şefkatli bir bilinç bir yaraya geldiğinde, yara yok olur, buharlaşır. Bunun bir nedeni yok. Bu yalnızca doğaldır, bu böyledir, bu böyle olur. Bunu söylerken deneyimimden söylüyorum. Dene ve bu deneyim senin için de mümkün. Yöntem budur.
Bir gerçek gördüğünde, onu doğrudan görüyorsan, hemen zihnin olmadan ve hafızan işe karışmadan görüyorsan, ancak o zamam bir gerçektir. Aksi taktirde bir yorum olur. Ve bütün yorumlar sahtedir, çünkü bütün yorumlar geçmişteki deneyimlerin tarafından yüklenmiştir. Sadece geçmişteki deneyimlerine uygun olan şeyleri görürsün.Geçmişteki deneyimlerine uygun olmayan şeyleri görmezsin ve hepsi sadece geçmişteki deneyimlerin değildir.
Hayat geçmişteki deneyimlerinden çok daha büyüktür.
Zihin ne kadar büyük olursa olsun, varoluşun tamamına baktığında onun sadece çelimsiz bir parçasıdr-Küçük bir parçası. Bilinen çok azdır; bilinmeyen çok engin ve sonsuzdur. Bilinmeyeni bilinen aracılığıyla öğrenmeye çalışırsan asıl meseleyi kaçırırsın. Saflığı bozan budur. Bilinmeyeni içindeki bilinmeyenle öğrenmeye çalışırsan, o zaman açığa vurma hali vardır.
* * *
Tüm meditasyon teknikleri senin kendini bırakma sanatını hatırlamana yardım etmekten başka bir şey değildir. Basit ilkeler hatırlanmalıdır. Bedenden başlanılmalıdır. Yatağında yatarken, uykun gelmeden önce, ayağından itibaren kapalı gözlerle enerjiyi izlemeye başla. Oradan başla; sadece içerden izle: Bir yerde bir gerginlik var mı? Bacaklarda, baldırlarda, karında; bir yerde bir gerginlik, kasılma var mı? Ve bir yerde bir gerginlik bulursan basitçe onu rahatlatmaya çalış. Ve rahatlama hissi gelmediği sürece bu noktadan başka bir yere hareket etme. Ellere doğru git çünkü ellerin senin zihnindir; onlar zihnine bağlıdır. şayet sağ elin gerginse beyninin sol tarafı gergin olacaktır. Eğer sol elin gerginse beyninin sağ tarafı gergin olacaktır. Bu nedenle ilk önce ellere doğru git - onlar neredeyse zihninin dalları gibidir - ve sonra en sonunda zihne ulaş. Tüm beden gevşediğinde zihin neredeyse yüzde doksan oranında rahatlamıştır çünkü beden zihnin uzantısından başka bir şey değildir. O zaman yüzde on gerginlik zihnindedir, basitçe izle onu ve sadece izleyerek bulutlar kaybolacaktır. O senin için birkaç gün sürecektir; o bir yatkınlıktır. Ve bu senin çocukluk deneyimini, çok rahat olduğun zamanı canlandıracaktır. Birkaç gün içinde bu yatkınlığı yakalayabileceksin. Ve bir kez bu sırrı bildiğinde - bunu kimse sana öğretemez, onu kendi bedeninin içinde araştırmak zorunda kalacaksın - gün içinde bile istediğin zaman gevşeyebileceksin. Ve gevşemenin efendisi olmak, dünyadaki en güzel deneyimlerden bir tanesidir. Bu, ruhsallığa doğru büyük bir yolculuğun başlangıcıdır çünkü tam olarak bir rahatlık içinde olduğunda artık bir beden değilsindir. Eğer tüm bedenin gevşekse basitçe bir beden olduğunu unutursun. Ve bu, bedeni unutmanın içindeyken, bedenin içinde gizli kalmış olan yeni bir şeyin, ruhsal varlığın hatırlanmasıdır. Rahat bırakmak, beden olmadığını ama ölümsüz, sonsuz bir şey olduğunu bilmenin bir yoludur. Kendini doğal bir şekilde bırakmış olduğun deneyimleri bulabileceğin hayatına bir bak. Yüzerken yaşadığın anlar vardır, eğer gerçek bir yüzücüysen yüzmeden sadece su üstünde kalmayı başarabilirsin ve muazzam bir bırakmışlık duygusu fark edeceksin. Nehirle birlikte gitmek, akıntıya karşı hiçbir hareket yapmamak, akıntının bir parçası olmak. Kendini bırakma deneyimlerini farklı kaynaklardan toplayabilirsin ve kısa süre içerisinde tüm sırrı avuçlarının içerisinde tutuyor olacaksın.
* * *
Yalnız başına bir ağacın altına oturup, ilk kez olarak kendine aşık ol. Dünyayı unut, yalnızca kendine aşık ol. Manevi arayış, aslında kişinin kendisine aşık olmayı arayışıdır. Dünya diğerlerine aşık olmaya dair bir yolculuktur- maneviyat ise kendine aşık olma yolculuğudur.
Maneviyat çok bencildir; kişinin kendini arayışı, kişinin kendi mânâsını arayışıdır. Kendi varlığını kutlamak, kendinin tadını almaktır. Ve bu tat içinde belirmeye başladığında biraz bekle, biraz daha ara. Kendi biricikliğini hisset, kendi varlığından zevk al. "Doğmasaydım ne yapardım? Burada olmasaydım bunu kime, nasıl şikayet ederdim?" diye düşün.
Varsın! Bu gerçek bile, bu kadarı bile, "Varım" diyebilecek kadar farkındalık bile, mutluluğa açılan bir olasılıktır- sadece tüm bunlardan biraz sevinç duy.
Bırak tüm bunların tadı, her gözeneğine işlesin. Bunun heyecanıyla ayaklarının yerden kesilmesine izin ver- içinden dans etmek geliyorsa dans et, kahkaha atmak geliyorsa kahkaha at, veya canın bir şarkı söylemek istiyorsa şarkı söylemeye başla. Ama tüm bunların merkezine kendini koymayı unutma ve bırak mutluluk pınarı dışarıdan bir yerden değil, senin içinden aksın.
GÜLÜMSE
Gülmek bile iş sayılıyor; gülmek bile ekonomik, politik bir olay. Gülmek bile sadece gülmek olmaktan çıktı. Tüm saflık yitirildi. Saf, içten, çocuksu bir kahkaha atamaz oldun. Ve eğer saf bir kahkaha atamıyorsan çok değerli bir şeyleri kaybediyorsun demektir. Bekaretini, saflığını, masumiyetini kaybediyorsun.
Küçük bir çocuğu izle; gülüşünü seyret - öylesine içtendir ki. Çocuk dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk sosyal hareket - aslında "öğrendiği" dememek lazım, çünkü onu beraberinde getiriyor - gülümsemektir. İlk sosyal hareket. Gülümseyerek toplumun bir parçası haline gelir. Çok doğal, içten görünür. Bir anne çocuğunun gülümsediğini görünce müthiş sevinir - çünkü o gülümseme sağlık ve zeka işaretidir, çocuğun aptal veya özürlü olmadığını gösterir. O gülümseme çocuğun yaşayacağını, seveceğini, mutlu olacağını gösterir. Anne buna bayılır.
Gülümsemek ilk sosyal etkinliktir, ve temel sosyal etkinlik olarak kalmalıdır. İnsan tüm hayatı boyunca gülmeli. Her türlü durumda gülebilirsen, her şeyin üstesinden gelebilirsin - ve bu da seni olgunlaştırır. Sana ağlama demiyorum. Hatta, eğer gülemiyorsan ağlayamazsın da. İkisi beraber gider; aynı fenomene aittirler: doğru ve gerçek olmaya.
Gözyaşları kurumuş olan milyonlarca insan var; gözleri ışıltısını, derinliğini yitirmiş; gözpınarları kurumuş - çünkü ağlayamıyorlar, gözyaşı dökemiyorlar. Eğer gülme özürlüysen gözyaşı da üretemezsin. Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir. Ve eğer güzelce gülüp ağlayabiliyorsan yaşıyorsun demektir. Ölüler ne gülebilir ne de ağlar. Ölü birisi ciddidir. İzle: git bir cesede bak - ölüler senden çok daha ciddi durur. Ancak canlı birisi gülüp ağlayabilir.
Sen öfkeyle dolusun ama sana saldıracak, seni incitecek kimse yok. Sadece fırsatı kaçırıyorsun. Dünyaya geri dön. Himalayalarda elli yıl yaşa; dünyaya geri döndüğünde hemen o an öfkenin mevcut olduğunu bulacaksın, her zaman olduğu kadar tazedir; belki de şimdi elli yıllın birikmiş öfkesiyle, birikmiş zehriyle daha da güçlüdür. O zaman kişi dünyaya dönmekten korkar. Himalayalara git. Oralarda takılan pek çok insan göreceksin.
Korkaklar; onlar dünyaya dönemezler.
Bu nasıl bir saflıktır ki KORKUYOR?
Bu nasıl bir bırakmışlıktır ki KORKUYOR?
Bu ne türden bir gerçekliktir ki MAYA'dan, yanılsamadan KORKUYOR?
Bu nasıl bir ışıktır ki karanlıktan KORKUYOR; karanlığa geldiğinde, karanlık daha güçlü olacak ve onu yok edecek?
Hiç karanlık, herhangi bir ışığı yok edebilmiş midir? Ama onlar takılmaya devam ederler. Onlar ne kadar orada takılırlarsa, dünyaya geri gelme kapasiteleri de o kadar azalır. Çünkü Himalayalarda iken kendi güzel imajlarına sahip olabilirler; onları yok edecek hiç kimse yoktur. Dünyada bu zordur. Bir yerlerden birisi gelip ayağına basar; bir yerlerden birisi gelip senin canını yakar. Öfkeyi bırakmak zorundasın. Benim tüm gayretim senin değişmen içindir.
MANZARAYI DEĞİŞTİRMEYE ÇALIŞMA, LÜTFEN KENDİNİ DEĞİŞTİR.
Manzarayı değiştirmenin kimseye bir faydası olmayacak; bu asla kimseye bir fayda vermedi. Ve sen hergün saatlece meditasyon yapmayı düşünürüsün. Sadece meditasyon yapmak değil, meditasyon bir yaşam tarzı haline gelmediği sürece günde yirmi dört saat dahi meditasyon yapsan faydası olmayacak. Bir saat de meditasyon yapsan, iki saat de, üç saat de, altı saat de yahut pek çok saat de - yirmi dört saat bile - yapabilirsin, delireceksin ama SAMADHI'ye erişemeyeceksin
İnsan geçmişte yaşar. şimdiki andan geçer ama kökleri geçmişte kalır. Sıradan bilinç için gerçek zaman şimdiki zaman değildir; sıradan zihin için gerçek, geçmiş zamandır. şimdiki zaman sadece geçmişle gelecek arasındaki geçittir, anlık bir geçit.
Geçmiş gerçektir ve gelecek de öyledir ama şimdiki an sıradan bilinç için gerçek değildir. Gelecek sadece genişlemiş geçmiştir. Gelecek tekrar tekrar geçmişin yansıtılmasıdır. Şimdiki zaman yokmuş gibi gelir.
Şimdiki anı düşünecek olursan onu bulamayacaksın bile çünkü onu bulduğun an geçmiş olur. Bir an önce, onu bulmamışken, o gelecekteydi. Bir buda-bilinci için, aydınlanmış bir varlık için yalnızca şimdiki an vardır. Sıradan bir bilinç, farkında olmayan, uykudaki bir uyurgezer için geçmiş ve gelecek gerçektir ve şimdiki an gerçek değildir. Sadece kişi uyandığında şimdi gerçektir ve geçmiş ve gelecek gerçek dışı olur.
Bu neden böyledir? Neden geçmişte yaşıyorsun? Çünkü zihin biriktirilmiş zihinden başka bir şey değildir. Zihin hafızadır; yaptığın tüm şeyler, rüyasını gördüğün tüm şeyler, yapmayı isteyip yapamadığın tüm şeyler, geçmişte kafanda canlandırdığın her şeydir zihin.
Zihin ölü bir mevcudiyettir. Zihnin aracılığıyla bakarsan şimdiyi asla bulamazsın çünkü şimdiki an yaşamdır ve yaşama asla ölü bir şey aracılığıyla yaklaşamazsın. Zihin ölüdür. Zihin bir aynanın üzerini kaplayan toz gibidir. Ne kadar çok tozla kaplanırsa ayna o kadar az ayna gibi olur. Ve eğer senin üzerindeki gibi toz katmanı kalınsa, o zaman ayna yansıtma yapmayacaktır bile.
Herkes toz topluyor; sadece toplamıyor, ona yapışıyorsun, onun bir hazine olduğunu düşünüyorsun. Geçmiş bitti, neden ona yapışıyorsun? Onunla hiçbir şey yapamazsın, geçmişe gidemezsin, onu silemezsin; neden ona yapışıyorsun? O bir hazine değil. Ve şayet geçmişe yapışır ve onun bir hazine olduğunu düşünürsen elbette zihnin onu gelecekte tekrar tekrar yaşamak isteyecek. Geleceğin, modifikasyon yapılmış geçmişten başka bir şey olamaz; birazcık yontulmuş, birazcık dekore edilmiş ama aynısı olacak çünkü zihin bilinmeyen bir şeyi düşünemez. Zihin sadece bilineni tasarlayacaktır, bildiğin şeyi.
Bir kadını seversin ve kadın ölür. şimdi nasıl başka bir kadın bulacaksın? Diğer kadın, ölmüş karının modifikasyondan geçmiş bir hali olacaktır; bu senin bildiğin tek yol. Gelecekte yapacağın her ne olursa olsun, geçmişin bir devamından başka bir şey olmayacak. Biraz değiştirebilirsin; bir yama oraya, bir yama şuraya ama ana kısım olduğu gibi kalır. Ölüm döşeğinde yatarken birisi Nasrettin Hoca'ya sordu: "Sana yeni bir hayat verilse onu nasıl yaşardın Nasrettin? Herhangi bir değişiklik yapar mıydın?" Nasrettin kapalı gözlerle derin derin düşündü, taşındı, evirdi çevirdi, sonra gözlerini açtı ve dedi ki: "Evet, eğer bana yeni bir hayat verilirse saçlarımı ortadan ayıracağım. Bunu hep istemiştim ama babam her zaman yapmamam konusunda ısrar etti. Ve babam öldüğünde de saçlarım artık öyle alışmıştı ki ortadan ayrılmıyordu."
Gülme! Yaşamınla ne yapacağın sana sorulursa bunun gibi çok az değişiklik yapacaksın. Burnu birazcık daha değişik bir koca, karından biraz değişik yüzlü bir kadın, biraz daha büyük yahut küçük ev. Ama bunlar saçını ortadan ayırmaktan daha başka bir şey değil, ıvır zıvır, önemsiz. Öz hayatın aynı kalacak. Bunu çok, çok kereler yapmıştın; özde hayatın aynı kaldı. Pek çok kereler sana yaşam verildi. Pek çok kereler yaşadın; sen çok çok eski dönemlerden kalmasın. Bu yeryüzünde yeni değilsin, bu dünyadan daha da eskisin çünkü başka dünyalarda, başka gezegenlerde de yaşadın. Varoluş kadar eskisin; bu böyle olmalı çünkü sen onun bir parçasısın. Çok eskisin ama aynı kalıbı tekrar tekrar yineliyorsun. Bu nedenle Hindular ona yaşam ve ölüm tekerleği derler; kendisini tekrar edip durduğu için tekerlek.
Yinelemedir; aynı teller yukarı gelip aşağı iniyor, aşağı inip yukarı çıkıyor. Zihin kendisini yansıtır ve zihin geçmiştir, o halde geleceğin, geçmişten başka bir şey olmayacaktır. Ve nedir geçmiş? Geçmişte ne yaptın? Her ne yaptıysan - iyi, kötü; şu, bu - ne yaparsan yap kendi tekrarını yaratıyor. Karma teorisi budur. Evvelsi gün kızdıysan dün tekrar kızmak için belli bir potansiyel yarattın. Sonra bunu tekrar ettin, kızgınlığa daha çok enerji verdin. Kızgınlık halini daha da kökleştirdin, suladın; bugün artık onu daha büyük bir güçle, daha çok enerjiyle tekrar edeceksin. Ve yarın yine bugünün kurbanı olacaksın. Yaptığın ve hatta düşündüğün her eylemin kendine has tekrar ve tekrar ısrar etme yolları vardır çünkü bu senin varlığında belli bir kanal açar. Senden enerji emmeye başlar. Kızgınsın, sonra bu hal gider ve sen artık kızgın olmadığını düşünürsün; o zaman işin özünü kaçırırsın. Bu ruh hali gittiğinde hiçbir şey olmadı; sadece teker hareket etti ve yukarıda olan teli aşağıya indi. Kızgınlık birkaç dakika önce yüzeydeydi; kızgınlık şimdi bilinçaltının içine, varlığının derinine indi. O zamanın tekrar gelmesini bekleyecek.
Eğer ona uygun davrandıysan onu sağlamlaştırdın. Onun yaşaması için tekrar bir ruhsat vermiş oldun. Ona yeniden bir güç, bir enerji verdin. Toprağın altındaki bir tohum gibi zonkluyor, doğru zamanı ve mevsimi bekliyor ve sonra da filizlenecek. Her eylem kendi kendini yaşatır, her düşünce kendi kendini yaşatır. Onunla bir kez işbirliği yaparsan, ona enerji veriyorsundur. Er ya da geç alışkanlığa dönüşecektir. Onu yapacaksın ve bir yapan olmayacaksın; onu sadece alışkanlığın gücüyle yapacaksın.
İnsanlar alışkanlık ikinci doğadır derler; bu bir abartı değildir. Aksine o bir azımsamadır! Aslında, alışkanlık birinci doğa olur ve doğa da ikincil hale düşer. Doğa sadece bir kitaptaki bir ek ya da dipnotlara dönüşür ve alışkanlık da kitabın ana gövdesi olur. Alışkanlık yoluyla yaşarsın; bunun anlamı, alışkanlık aslında senin aracılığınla yaşar demektir. Alışkanlığın kendisi ısrar eder, onun kendi enerjisi vardır. Elbette senden enerji alır ama geçmişte sen işbirliği yaptın ve şimdi de işbirliği yapıyorsun.
Zamanla alışkanlık efendi, sen de yalnızca bir hizmetkar, bir gölge olacaksın. Alışkanlık emir, komut verecek ve sen de sadece itaatkar bir hizmetçi olacaksın. Ona uymak zorunda olacaksın.
Bir Hindu mistik olan Eknath, bir kutsal yolculuğa çıkıyordu. Kutsal yolculuk en az bir yıl sürecekti çünkü ülkedeki tüm mukaddes yerleri ziyaret edecekti. Elbette Eknath ile seyahat etmek bir imtiyazdı, o yüzden bin kişi onunla beraber seyahat ediyordu. Kasabanın hırsızı da geldi ve dedi ki: "Biliyorum ki ben bir hırsızım ve senin dini cemaatinin bir üyesi olmayı hak etmiyorum ama bana da bir şans ver. Ben de bu kutsal yolculuğa çıkmak istiyorum."
Eknath dedi ki: "Bu zor olacak çünkü bir yıl uzun bir süre ve sen insanların şeylerini çalmaya başlayabilirsin. Sorun yaratabilirsin. Lütfen vazgeç bu fikirden." Ama hırsız ısrarcıydı. "Bir yıllığına çalmaktan vazgeçeceğim ama mutlaka gelmeliyim. Ve sana söz veriyorum, bir yıl boyunca kimseden tek bir şey bile çalmayacağım," dedi. Eknath kabul etti. Ama bir hafta içinde sorun başladı ve sorun şu ki, insanların eşyalarından bir şeyler kaybolmaya başladı. Hatta daha da fazla kafa karıştırıcıydı çünkü kimse bir şey çalmıyordu; bir şeyler birilerinin çantasından kayboluyor ve birkaç gün sonra başka birisinin çantasından çıkıyordu. Kaybolan şeylerin çantasında bulunduğu adam, "Ben hiçbir şey yapmadım. Gerçekten bu şeylerin nasıl olup da benim çantama geldiğini bilmiyorum," diyordu Eknath şüphelendi, bir gece uyuyormuş gibi yaptı ama uyanıktı ve izledi. Gece yarısına doğru, gecenin tam ortasında hırsız belirdi ve bir kişinin çantasındakini ötekiyle değiştirmeye başladı. Eknath onu suçüstü yakaladı ve dedi ki: "Ne yapıyorsun? Ve sen söz vermiştin!" Hırsız da, "Ben sözümü tutuyorum. Ben tek bir şey bile çalmadım. Ama bu benim çok eski bir alışkanlığım gecenin ortasında eğer bir şeytanlık yapmazsam uyumam imkansızlaşıyor. Ve bir yıl boyunca uyumamak? Sen merhametli bir adamsın. Bana karşı merhametli olmalısın. Ve ben çalmıyorum! Her şey sürekli bulunuyor; bir yere gitmiyorlar da, sadece birisinden diğerine yer değiştiriyor. Ve hepsinden öte bir yıl sonra yeniden çalmaya başlayacağım, o yüzden iyi bir pratik de oluyor."
Alışkanlıklar seni belli şeyler yapmaya zorluyor; sen bir kurbansın. Hindular ona karma yasası diyorlar. Yinelediğin her eylem ya da düşünce - çünkü düşünce de zihindeki çok ince bir eylemdir - giderek daha çok güçlenir. Artık onun pençesindesin. O zaman alışkanlıkta hapis olursun. O zaman bir mahkûmun, bir kölenin hayatını yaşarsın. Ve bu hapislik kolay fark edilmez; bu hapishane, alışkanlıklarından, koşullanmalarından ve yapmış olduğun eylemlerden yapılmıştır. Tüm bedenini sarmış durumda ve elin kolun bağlı ama sen hala onu kendin yapıyormuş gibi düşünüyor ve kendini kandırmaya devam ediyorsun. Kızdığında onu kendinin yaptığını düşünüyorsun. Ona bahaneler uydurup koşulların bunu gerektirdiğini söylüyorsun:
"Kızmak zorundaydım, yoksa çocuk yanlış yola sapacaktı. Kızmasaydım işler kötüye gidecekti ve ofiste her şey bir kaosa dönecekti. Hizmetkarlar söz dinlemeyecek; işleri idare etmek için kızmak zorundaydım."
Bunlar bahaneler; egon senin hala patron olduğuna inanmayı bu şekilde sürdürebiliyor. Ama değilsin. Kızgınlık eski kalıplardan, geçmişten gelir. Ve kızgınlık geldiğinde ona bahaneler bulmaya çalışırsın. Psikologlar deneyler yapmaktadır ve Doğulu ezoterik psikologlarla aynı sonuca ulaşmışlardır:
İnsan bir kurbandır, efendi değil.
Psikologlar mümkün olan her türlü konforu sağlayıp insanları tamamen tecrit etmişlerdir. Ne ihtiyaçları varsa temin edilmiş ama diğer insanlarla hiçbir temasta bulunmamışlardır. Klimalı hücrelerde hiç çalışmadan, hiç sorun olmadan, hiç belaya karışmadan yaşadılar ama aynı alışkanlıklar devam etti. Bir sabah artık ortada hiçbir neden yokken - çünkü her türlü konfor sağlanmışken, kaygı yokken, kızmak için bir bahane yokken - adam ansızın kızgınlığın, içinde kabardığını fark ediyor. O senin içinde.
Bazen görünürde hiçbir neden yokken aniden üzüntü gelir. Ve bazen kişi mutlu hisseder, bazen kendinden geçecek kadar mutlu hisseder. Tüm sosyal ilişkilerden yoksun bırakılmış, her türlü konfor içerisinde tecrit edilmiş, her türlü gereksinimi karşılanmış bir adam, senin bir ilişkide yaşadığın tüm ruh hallerinin içinden geçiyor. Bu bir takım şeylerin içerden kaynaklandığı anlamına geliyor ve sen onu başkasının boynuna asıyorsun. Bu sadece bir bahane. İyi hissediyorsun, kötü hissediyorsun ve bu hisler kendi bilinçaltından, kendi geçmişinden kabarıp yükseliyor.
Senden başka kimse sorumlu değil.
Kimse seni kızdıramaz ve kimse seni mutlu edemez.
Kendi kendini mutlu ediyorsun, kendi kendini kızdırıyorsun ve kendi kendini üzüyorsun.
Bunu fark etmediğin sürece bir köle olarak kalacaksın.
"Başıma gelen ne olursa olsun, kesinkes ben sorumluyum. Koşulsuz olarak her ne olursa olsun kesinlikle ben sorumluyum."
Kişi bunu fark edince kendisinin efendisi haline gelir.
Başlangıçta bu senin canını sıkıp üzecek çünkü sorumluluğu başkasına atabilirsen, yanlış yapmadığın için kendini iyi hissedebilirsin.
Karın saldırgan davranışlarda bulunuyorsa ne yapabilirsin? Kızmak zorundasın. Ama unutma, karın kendi ruhsal mekanizmaları nedeniyle saldırgan davranıyor. O sana karşı saldırgan değil. Sen orada olmasaydın çocuklara saldıracaktı. Çocuklar orada olmasaydı bulaşıklara saldıracaktı; onları yere çarpmış olacaktı. Radyoyu kırmış olacaktı. Bir şey yapması gerekiyordu; saldırganlık geliyordu. Gazete okurken bulunman ve sana karşı saldırması sadece bir rastlantıydı. Yanlış bir zamanda elinin altında bulunman sadece bir rastlantıydı. Kızgınsın, karın saldırganlaştığı için değil; o sadece uygun durumu sana sağladı, hepsi bu. O sana kızman için bir olasılık, kızman için bir bahane vermiş olabilir ama kızgınlık kabarmaktaydı. Karın orada olmasaydı aynı şekilde kızmış olacaktın; başka bir şeye, bir fikre ama kızgınlık orada olmak zorundaydı. O senin kendi bilinçaltından gelmekte olan bir şeydi.
Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin?
Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun.
Eğer sorumluluğu başkalarına atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç, birisi başka birisini değiştirmiş midir?
Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi, başka birisinin değişmesini istemektir.
Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkansızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir var oluş sürer; onu değiştiremezsin.
Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir.
Tuzağa şu şekilde düşersin: şayet tüm eylemlerinden, tüm ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başlarsan başlangıçta depresyona gireceksin. Ama bu depresyonun içinden geçebilirsen, hemen sonra ışığı hissedeceksin çünkü artık başkalarından özgürleştin.
Artık kendi kendine çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Bütün dünya özgür ve mutlu olmasa bile fark etmez. Ve ilk özgürlük başkalarına sorumluluğu atmayı bırakmaktır ve ilk özgürlük sorumlu olduğunu bilmektir. O zaman pek çok şey birden mümkün hale gelir.
Başkalarına sorumluluğu atmaya devam edersen unutma ki bir esir olarak kalacaksın çünkü kimse bir başkasını değiştiremez. Kimse bir başkasını bugüne kadar değiştirebildi mi?
Sana ne olursa olsun - üzgün hissediyorsun, sadece gözlerini kapat ve üzüntünü izle - seni götürdüğü yere kadar izle, onun derinine gir. Sonrasında sebebine varacaksın. Çok uzun yolculuk yapman gerekebilir çünkü tüm hayatın bu işin içinde ve yalnızca bu hayat da değil, pek çok başka hayat da işin içinde.
Seni inciten pek çok yara bulacaksın ve bu yaralar nedeniyle üzüleceksin; onlar üzücüdür. Bu yaralar henüz kabuk bağlamadı, kanıyorlar.
Kaynağına gitmek, sonuçtan sebebe gitme yöntemi onları iyileştirecek.
Nasıl iyileştirir?
Neden iyileştirir?
Bunda ima edilen olgu nedir?
Ne zaman geriye doğru gidersen vazgeçeceğin ilk şey sorumluluğu başkalarının üzerine atmaktır çünkü sorumluluğu başkalarına atıyorsan dışarı doğru gidersin. O zaman tüm süreç yanlıştır, sebebi başka birisinde arıyorsun: "Neden benim karım saldırgan?" O zaman "niçin" sürekli bir biçimde karının davranışına nüfuz eder. İlk adımı tutturamadın ve tüm süreç yanlış olacaktır. "Neden mutsuzum? Neden kızgınım?" Gözlerini kapa ve bunun derin bir meditasyon olmasına izin ver. Yere uzan, gözlerini kapa, bedenini gevşet ve neden kızgın olduğunu hisset. Karını unut gitsin, bu bir bahane; A, B, C, D, her neyse bahaneyi unut. Kendi içinde derine doğru git, kızgınlığa nüfuz et. Kızgınlığın kendisini bir nehir gibi kullan; nehrin içinde ak ve nehir seni içeri doğru götürecek. İçinde çok ince yaralar bulacaksın. Karın sana saldırgan gözüktü çünkü içindeki çok ince bir yaraya, seni inciten bir şeye dokundu. Hep güzel olmadığını düşünmüştün, yüzün çirkin ve içinde bir yara var. Karın saldırganlaştığında yüzünün farkına varmanı sağlayacak. "Git de bir aynaya bak!" diyecek. Bir şey incinir. Karına sadık kalmadın ve o da saldırmak istediğinde onu tekrar gündeme getirecek, "Neden o kadınla gülüşüyordunuz? Neden o kadınla çok mutlu bir şekilde oturuyordunuz?" Bir yaraya dokunuldu. Sadık olmadın, suçlu hissediyorsun; yaran hala taze. Gözlerini kapa, kızgınlığı hisset, onun bütünüyle yükselmesine izin ver ki ne olduğunu tamamıyla görebilesin. Sonra da bırak bu enerji seni geçmişe doğru götürsün çünkü kızgınlık geçmişten geliyor. Gelecekten gelemez elbette. Gelecek henüz var olmadı. şimdiki andan gelmiyor.
Karmanın tüm bakış noktası şudur: Gelecekten gelemez çünkü gelecek henüz yok; şimdiden gelemez çünkü sen şimdinin ne olduğunu bilmiyorsun bile. şimdi sadece aydınlanmış olanlar tarafından bilinir. Sen sadece geçmişte yaşıyorsun, öyleyse geçmişinden bir yerlerden geliyor olmalı. Yara anılarında bir yerlerde olmalı. Geriye git. Bir tane yara olmayabilir, pek çok olabilir; büyük, küçük. Daha derine in ve ilk yarayı bul, tüm kızgınlıkların orijinal kaynağını. Eğer denersen bulabileceksin çünkü o zaten orada. Orada; tüm geçmişin hala orada. Sarılmış bir film gibi içerde bekliyor. Onu döndür, filme bakmaya başla. Kökteki sebebe doğru, geçmişe gitme süreci budur. Ve sürecin güzelliği şudur: şayet geriye doğru bilinçli olarak gidersen, şayet bilinçli olarak yarayı hissedersen yara hemen iyileşir. Peki, neden iyileşir?
Çünkü bir yara bilinçsizlik, farkında olmamak tarafından yaratılır. Bir yara cahilliğin, uykunun parçasıdır. Bilinçli olarak geçmişe gidip yaraya baktığında bilinç bir iyileştirme gücüdür. Geçmişte yara gerçekleştiğinde bilinçsizliğin içinde gerçekleşti. Kızgındın, kızgınlık tarafından ele geçirilmiştin; bir şey yaptın. Bir adamı öldürdün ve bunu tüm dünyadan saklıyordun. Polisten gizleyebilirsin, mahkemeden ve kanunlardan gizleyebilirsin ama kendinden nasıl saklayabilirsin? Biliyorsun, o acıtır. Ve ne zaman birisi sana kızman için bir fırsat verirse korkarsın çünkü yeniden olabilir, karını öldürebilirsin. Geri git çünkü birisini öldürdüğün ya da kızgınca ve çılgınca davrandığın an bilinçsizdin. Bilinçaltında bu yaralar korundu. Artık bilinçlen. Geriye gitmek bilinçsizlik halinde yapmış olduğun şeylere bilinçli olarak gitmek demektir. Geri git; sadece bilincin ışığı iyileştirir. O, iyileştirici bir güçtür. Neyi bilinçli hale getirebilirsen iyileşecek ve artık canını yakmayacak. Geriye giden bir insan geçmişi serbest bırakır. O zaman artık geçmiş işlemiyordur, o zaman artık geçmiş onu pençelerinde tutmuyordur ve geçmiş bitmiştir. Geçmişin onun varlığında yeri yoktur. Ve geçmişin senin varlığında yeri olmadığında sen şimdi için hazır olursun, asla ondan önce değil. Boşluğa ihtiyacın var; içerde çok fazla geçmiş var, ölmüş şeyler için bir hurdalık. şimdiki anın girebileceği bir boşluk yok. Bu hurdalık devamlı gelecek hakkında rüyalar görüyor, yani bu yerin yarısı artık olmayan şeylerle dolu, diğer yarısı da henüz gerçekleşmemiş şeylerle dolu. Ya şimdiki an? O dışarıda beklemekte. Bu nedenle şimdiki an bir geçitten ibaret, geçmişten geleceğe bir geçit, sadece anlık bir geçit.
Geçmişle işini bitir; geçmişle işini bitirmediğin sürece bir hayaletin hayatını yaşıyorsun. Hayatın sahici değil, var olmuyor. Geçmiş senin aracılığınla yaşıyor, sürekli ölüler sana musallat olmaya devam ediyor.
Geriye git; ne zaman fırsatın olursa, ne zaman içinde bir şey olursa. Mutluluk, mutsuzluk, üzüntü, kıskançlık; gözlerini kapa ve geriye git. Kısa süre sonra geriye doğru seyahat etmede ehil hale geleceksin. Kısa süre sonra geçmişte geriye gidebileceksin ve pek çok yara açılacak. İçinde bu yaralar açılınca bir şeyler yapmaya başlama. Yapmaya gerek yok. Sadece bak, izle, gözle. Yara orada; izleme enerjini yaraya ver, ona bak. Ona hiçbir yargı olmaksızın bak çünkü eğer yargılarsan; eğer, "Bu kötü, bu böyle olmamalı," dersen yara yeniden kendisini kapatır. O zaman gizlenmek zorunda kalacak. Ayıpladığın zaman zihin bir takım şeyleri gizlemeye çalışır. Bilinç ve bilinçaltı bu şekilde yaratılır. Yoksa zihin tektir; bölünmek için neden yoktur. Ama sen ayıplarsın; o zaman zihin de bölmek ve bazı şeyleri karanlığa, bodruma koymak zorunda kalır bu sayede onarlı göremezsin ve ayıplanmayı gerektirecek bir şey olmaz.
Ayıplama, takdir etme. Yalnızca bir tanık ol, bağımsız bir gözlemci. Reddetme. "Bu iyi değil," deme çünkü bu bir reddediş ve bastırmaya başladın.
Geride dur. Sadece bak ve izle. Şefkatle bak ve iyileşme gerçekleşecek. Bana neden oluyor diye sorma çünkü o doğal bir olay; bu tıpkı yüz santigrat derecede suyun kaynaması gibidir. Hiçbir zaman, "Neden doksan dokuz derecede değil?" diye sormazsın. Bunu kimse yanıtlayamaz. Sadece yüz derecede kaynaması gerçekleşir. Bir soru yoktur ve soru sormak yersizdir. Doksan dokuz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Doksan sekiz derecede kaynasaydı nedenini sorabilirdin. Yüz derecede suyun kaynaması sadece doğaldır. Aynı şey içsel doğa için de geçerlidir. Tarafsız, şefkatli bir bilinç bir yaraya geldiğinde, yara yok olur, buharlaşır. Bunun bir nedeni yok. Bu yalnızca doğaldır, bu böyledir, bu böyle olur. Bunu söylerken deneyimimden söylüyorum. Dene ve bu deneyim senin için de mümkün. Yöntem budur.
Bir gerçek gördüğünde, onu doğrudan görüyorsan, hemen zihnin olmadan ve hafızan işe karışmadan görüyorsan, ancak o zamam bir gerçektir. Aksi taktirde bir yorum olur. Ve bütün yorumlar sahtedir, çünkü bütün yorumlar geçmişteki deneyimlerin tarafından yüklenmiştir. Sadece geçmişteki deneyimlerine uygun olan şeyleri görürsün.Geçmişteki deneyimlerine uygun olmayan şeyleri görmezsin ve hepsi sadece geçmişteki deneyimlerin değildir.
Hayat geçmişteki deneyimlerinden çok daha büyüktür.
Zihin ne kadar büyük olursa olsun, varoluşun tamamına baktığında onun sadece çelimsiz bir parçasıdr-Küçük bir parçası. Bilinen çok azdır; bilinmeyen çok engin ve sonsuzdur. Bilinmeyeni bilinen aracılığıyla öğrenmeye çalışırsan asıl meseleyi kaçırırsın. Saflığı bozan budur. Bilinmeyeni içindeki bilinmeyenle öğrenmeye çalışırsan, o zaman açığa vurma hali vardır.
* * *
Tüm meditasyon teknikleri senin kendini bırakma sanatını hatırlamana yardım etmekten başka bir şey değildir. Basit ilkeler hatırlanmalıdır. Bedenden başlanılmalıdır. Yatağında yatarken, uykun gelmeden önce, ayağından itibaren kapalı gözlerle enerjiyi izlemeye başla. Oradan başla; sadece içerden izle: Bir yerde bir gerginlik var mı? Bacaklarda, baldırlarda, karında; bir yerde bir gerginlik, kasılma var mı? Ve bir yerde bir gerginlik bulursan basitçe onu rahatlatmaya çalış. Ve rahatlama hissi gelmediği sürece bu noktadan başka bir yere hareket etme. Ellere doğru git çünkü ellerin senin zihnindir; onlar zihnine bağlıdır. şayet sağ elin gerginse beyninin sol tarafı gergin olacaktır. Eğer sol elin gerginse beyninin sağ tarafı gergin olacaktır. Bu nedenle ilk önce ellere doğru git - onlar neredeyse zihninin dalları gibidir - ve sonra en sonunda zihne ulaş. Tüm beden gevşediğinde zihin neredeyse yüzde doksan oranında rahatlamıştır çünkü beden zihnin uzantısından başka bir şey değildir. O zaman yüzde on gerginlik zihnindedir, basitçe izle onu ve sadece izleyerek bulutlar kaybolacaktır. O senin için birkaç gün sürecektir; o bir yatkınlıktır. Ve bu senin çocukluk deneyimini, çok rahat olduğun zamanı canlandıracaktır. Birkaç gün içinde bu yatkınlığı yakalayabileceksin. Ve bir kez bu sırrı bildiğinde - bunu kimse sana öğretemez, onu kendi bedeninin içinde araştırmak zorunda kalacaksın - gün içinde bile istediğin zaman gevşeyebileceksin. Ve gevşemenin efendisi olmak, dünyadaki en güzel deneyimlerden bir tanesidir. Bu, ruhsallığa doğru büyük bir yolculuğun başlangıcıdır çünkü tam olarak bir rahatlık içinde olduğunda artık bir beden değilsindir. Eğer tüm bedenin gevşekse basitçe bir beden olduğunu unutursun. Ve bu, bedeni unutmanın içindeyken, bedenin içinde gizli kalmış olan yeni bir şeyin, ruhsal varlığın hatırlanmasıdır. Rahat bırakmak, beden olmadığını ama ölümsüz, sonsuz bir şey olduğunu bilmenin bir yoludur. Kendini doğal bir şekilde bırakmış olduğun deneyimleri bulabileceğin hayatına bir bak. Yüzerken yaşadığın anlar vardır, eğer gerçek bir yüzücüysen yüzmeden sadece su üstünde kalmayı başarabilirsin ve muazzam bir bırakmışlık duygusu fark edeceksin. Nehirle birlikte gitmek, akıntıya karşı hiçbir hareket yapmamak, akıntının bir parçası olmak. Kendini bırakma deneyimlerini farklı kaynaklardan toplayabilirsin ve kısa süre içerisinde tüm sırrı avuçlarının içerisinde tutuyor olacaksın.
* * *
Yalnız başına bir ağacın altına oturup, ilk kez olarak kendine aşık ol. Dünyayı unut, yalnızca kendine aşık ol. Manevi arayış, aslında kişinin kendisine aşık olmayı arayışıdır. Dünya diğerlerine aşık olmaya dair bir yolculuktur- maneviyat ise kendine aşık olma yolculuğudur.
Maneviyat çok bencildir; kişinin kendini arayışı, kişinin kendi mânâsını arayışıdır. Kendi varlığını kutlamak, kendinin tadını almaktır. Ve bu tat içinde belirmeye başladığında biraz bekle, biraz daha ara. Kendi biricikliğini hisset, kendi varlığından zevk al. "Doğmasaydım ne yapardım? Burada olmasaydım bunu kime, nasıl şikayet ederdim?" diye düşün.
Varsın! Bu gerçek bile, bu kadarı bile, "Varım" diyebilecek kadar farkındalık bile, mutluluğa açılan bir olasılıktır- sadece tüm bunlardan biraz sevinç duy.
Bırak tüm bunların tadı, her gözeneğine işlesin. Bunun heyecanıyla ayaklarının yerden kesilmesine izin ver- içinden dans etmek geliyorsa dans et, kahkaha atmak geliyorsa kahkaha at, veya canın bir şarkı söylemek istiyorsa şarkı söylemeye başla. Ama tüm bunların merkezine kendini koymayı unutma ve bırak mutluluk pınarı dışarıdan bir yerden değil, senin içinden aksın.
GÜLÜMSE
Gülmek bile iş sayılıyor; gülmek bile ekonomik, politik bir olay. Gülmek bile sadece gülmek olmaktan çıktı. Tüm saflık yitirildi. Saf, içten, çocuksu bir kahkaha atamaz oldun. Ve eğer saf bir kahkaha atamıyorsan çok değerli bir şeyleri kaybediyorsun demektir. Bekaretini, saflığını, masumiyetini kaybediyorsun.
Küçük bir çocuğu izle; gülüşünü seyret - öylesine içtendir ki. Çocuk dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk sosyal hareket - aslında "öğrendiği" dememek lazım, çünkü onu beraberinde getiriyor - gülümsemektir. İlk sosyal hareket. Gülümseyerek toplumun bir parçası haline gelir. Çok doğal, içten görünür. Bir anne çocuğunun gülümsediğini görünce müthiş sevinir - çünkü o gülümseme sağlık ve zeka işaretidir, çocuğun aptal veya özürlü olmadığını gösterir. O gülümseme çocuğun yaşayacağını, seveceğini, mutlu olacağını gösterir. Anne buna bayılır.
Gülümsemek ilk sosyal etkinliktir, ve temel sosyal etkinlik olarak kalmalıdır. İnsan tüm hayatı boyunca gülmeli. Her türlü durumda gülebilirsen, her şeyin üstesinden gelebilirsin - ve bu da seni olgunlaştırır. Sana ağlama demiyorum. Hatta, eğer gülemiyorsan ağlayamazsın da. İkisi beraber gider; aynı fenomene aittirler: doğru ve gerçek olmaya.
Gözyaşları kurumuş olan milyonlarca insan var; gözleri ışıltısını, derinliğini yitirmiş; gözpınarları kurumuş - çünkü ağlayamıyorlar, gözyaşı dökemiyorlar. Eğer gülme özürlüysen gözyaşı da üretemezsin. Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir. Ve eğer güzelce gülüp ağlayabiliyorsan yaşıyorsun demektir. Ölüler ne gülebilir ne de ağlar. Ölü birisi ciddidir. İzle: git bir cesede bak - ölüler senden çok daha ciddi durur. Ancak canlı birisi gülüp ağlayabilir.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz