İŞGAL ALTINDA BİR İSTANBUL
1 sayfadaki 1 sayfası
İŞGAL ALTINDA BİR İSTANBUL
ALINTI
İşgale gelen Avrupa devletlerinin orduları, İstanbul'daki Müslüman halkın şerefi ve namusuyla oynamaktan çekinmiyordu. Hatta ''keyfi'' olarak insanların canlarını dahi alabiliyorlardı. Fransız askerleri tarafından öldürülen Galata Köprüsü'nde görevli Şuayip Efendi (1) ve Yeşilköy'deki Mustafa adlı bir kişi (2), bu keyfi ölümlere örnekti.
Yunan askerleri, İstanbul'da olmanın sarhoşluğu içindeydi. Caddelerde dolaşırken ''Ayasofya'yı alacağız. Türkleri kovacağız'' diye şarkılar söylüyor ve bunları halkın da duyabileceği bir şekilde yüksek sesle söylüyorlardı. (3) Ayrıca gördükleri insanları darp etmekten çekinmeyen bu askerler, yolda denk geldikleri insanların feslerini yere atarak çiğnemekten de büyük keyif alıyorlardı.(4) Bununla yetinmeyen Yunan askerleri, Tuzla'da ezan okuyan bir müezzine ateş ederek, dini değerlerimizi de ayaklar altına almaktan çekinmediklerini gösterecekti.(5) Üstelik Ümraniye'de ezan okuyan müezzine ateş açan İngiliz askerleri de, bu alanda Yunan askerlerini geride bırakmayacaktı.(6)
Müslüman halk, İngiliz askerleri tarafından sanki Türk olmak suçmuş gibi ''Sen Türk, Türk'' denilerek aşağılanmaya çalışılıyordu.(7) Spor müsabakalarında, binaya asılı olan Osmanlı sancağı indiriliyor ve yere atılıyordu.( Üsküdar'da ise bir evin penceresine asılı Osmanlı sancağı yine indiriliyor ancak bu defa İngiliz askerlerinin kılıçları ile parçalanıyordu.(9)
Kadıköy'de Rüsumat memuru Süleyman Efendi'nin elleri 3 Yunan askeri tarafından bağlanıyor ve ailesine gözlerinin önünde tecavüz ediliyordu.Bu sırada Yunan askerleri, ''Defolun gidin buradan. Biz sizi birden öldürmeyeceğiz. Her gün birer parçanızı kesme suretiyle öldüreceğiz.'' diyerek tehdit ediyorlardı.(10) Bir İngiliz polis de, İçerenköy'de bir kasabın yaşadığı evin kapısını kıracak ve karısına tecavüz etmeye kalkacaktı.(11)
İtilaf devletlerinin Galata'daki pasaport dairesinden izin almadan İstanbul halkından kimse Anadolu tarafına gidemiyordu. (12) Edirne tarafına gitmek istediğinizde de Fransız zabıtasından vize almanız gerekiyordu. 29 Haziran 1920'den itibaren de artık Yunan konsolosluğundan da izin almanız gerekecekti.(13)
Tüm bu yaşananlar İstanbul halkının zihninden silinmeyecekti. İşgal kuvvetleri, İstanbul'dan gittikten yıllar sonra, 30 Kasım 1925 günü İstanbul'da yayımlanan Halk Gazetesi, halkı işgal döneminde yaşadıkları anılarını yazmaya davet etti. Türk askerinin İngiliz askeriyle kavgasına şahit olan bir vatandaşın anısı şu şekilde idi:
''Güzel İstanbul'un işgal altında inlediği bir gün Beyoğlu'ndan geçiyordum. Karşı kaldırımda bir Türk askeri dikkati çekti. Elindeki çıkından ve sefer tasından anlaşıldığına göre bu, zabitin evine yemek götüren bir emir eri idi. Düşük omuzları, hayattan bezgin, kasvetli çehresiyle ve ayağında yırtık çarıklarıyla kendisini bırakmış, başını eğmiş, gözleri öne müteveccih, sessiz, sedasız yürüyordu. Birdenbire karşıki barın kapısı açıldı. Üç İngiliz askeri göründü.
Uzun boyları ve kanlı gözleriyle bu mukaddes toprakların geçici hakimleri birbirleriyle kaba kaba şakalaşarak Türk askerinin önüne kadar geldiler. İçlerinden en kuvvetlisi ve vücutlusu hiç yoktan Türk askerinin önünde bir boksör vaziyeti takındı ve saniye geçmeden sağ eliyle Türk askerinin yüzüne dehşetli bir yumruk indirdi. Bu şiddetli yumruğun yakıcı tesiratı altında şaşalayan Türk askeri, hiç bozmadan, hiç ses çıkarmadan yolunda devam etmek istedi. Fakat bu yumruğu sağdan soldan iki darbe daha takip etti. İşte o zaman Türk yoluna devamdan vazgeçti. Elindeki çıkını ve sefer tasını, dökülmemesi için kaldırımın bir kenarına itinalı bir surette yerleştirdi. Başını kaldırdı, İngiliz askeri bir boksör gibi yumruklarını hazırlamış, karşısındakinin can alacak bir yerine vurmak için vaziyetler alıyordu. Arkadaşları da katılırcasına gülüyorlardı. Fakat dördüncü darbede karşılık geldi. Artık işgal, mahpus, zindan, ölüm tanımayan Türk, karşısında kendisinin iki misli büyüklükte olan İngiliz askeriyle kavgaya girişti.
İlk nazarda bu etli, kanlı İngiliz askerinin hayatından bezgin bir Türk erinin bir anda hakkından geleceğini tahmin eden ve eğlenceli bir manzara seyredeceklerine emin ve memnun olan İngiliz askerleri seyirci vaziyeti takındılar ve etraftan mücadeleye iştirake hazırlanan Rum palikaryalarına da mani oldular. Kavga iki dakika kadar devam etti. Ta çocukluğundan beri boks talimleri yapan, daima vücudunu konserve ve havyarla besleyen bu İngiliz askeri, Türk'ün vurduğu talimiz bir iki yumrukla, tramvay yoluna boylu boyunca uzandı.
Kim bilir hangi sebeplerle Sakarya ve İnönü zaferlerine iştirak edemeyen kahraman Türk askeri, yine eski haliyle, sefer tasını ve çıkınını bıraktığı yerden aldı ve kendisini yutacakmış gibi bakan yüzlerce düşman nazarı önünden uzaklaştı, gitti...''(14)
Ve Sultan Vahdettin…
O sultan ki, atası Fatih Sultan Mehmet'in kemiklerini sızlatırcasına, tecavüze uğrayan, ezan okuyan müezzinine ateş açılan, bayrağı yakılan İstanbul halkının dramını sarayından izliyordu.
İzlemekle kalmıyordu...
60 yaşına merdiven dayamış Sultan Vahdettin, devletin başında bin türlü bela varken, Türk milleti kan ağlarken, saray bahçıvanı Şaban Efendi'nin 19 yaşındaki kızı Nimet Nevzat hanımla evlenmeyi de unutmuyordu...
İstanbul'un fethi sırasında Osmanlı'ya ölümü pahasına direnen ve bu sırada can veren Bizans Kralı kadar bile olamamış Sultan Vahdettin, tahtını kaybetmemek uğruna aynı Anadolu halkına yaptığı gibi İstanbul halkını da işgalcilerin kollarına bırakmıştı.
İşgale gelen Avrupa devletlerinin orduları, İstanbul'daki Müslüman halkın şerefi ve namusuyla oynamaktan çekinmiyordu. Hatta ''keyfi'' olarak insanların canlarını dahi alabiliyorlardı. Fransız askerleri tarafından öldürülen Galata Köprüsü'nde görevli Şuayip Efendi (1) ve Yeşilköy'deki Mustafa adlı bir kişi (2), bu keyfi ölümlere örnekti.
Yunan askerleri, İstanbul'da olmanın sarhoşluğu içindeydi. Caddelerde dolaşırken ''Ayasofya'yı alacağız. Türkleri kovacağız'' diye şarkılar söylüyor ve bunları halkın da duyabileceği bir şekilde yüksek sesle söylüyorlardı. (3) Ayrıca gördükleri insanları darp etmekten çekinmeyen bu askerler, yolda denk geldikleri insanların feslerini yere atarak çiğnemekten de büyük keyif alıyorlardı.(4) Bununla yetinmeyen Yunan askerleri, Tuzla'da ezan okuyan bir müezzine ateş ederek, dini değerlerimizi de ayaklar altına almaktan çekinmediklerini gösterecekti.(5) Üstelik Ümraniye'de ezan okuyan müezzine ateş açan İngiliz askerleri de, bu alanda Yunan askerlerini geride bırakmayacaktı.(6)
Müslüman halk, İngiliz askerleri tarafından sanki Türk olmak suçmuş gibi ''Sen Türk, Türk'' denilerek aşağılanmaya çalışılıyordu.(7) Spor müsabakalarında, binaya asılı olan Osmanlı sancağı indiriliyor ve yere atılıyordu.( Üsküdar'da ise bir evin penceresine asılı Osmanlı sancağı yine indiriliyor ancak bu defa İngiliz askerlerinin kılıçları ile parçalanıyordu.(9)
Kadıköy'de Rüsumat memuru Süleyman Efendi'nin elleri 3 Yunan askeri tarafından bağlanıyor ve ailesine gözlerinin önünde tecavüz ediliyordu.Bu sırada Yunan askerleri, ''Defolun gidin buradan. Biz sizi birden öldürmeyeceğiz. Her gün birer parçanızı kesme suretiyle öldüreceğiz.'' diyerek tehdit ediyorlardı.(10) Bir İngiliz polis de, İçerenköy'de bir kasabın yaşadığı evin kapısını kıracak ve karısına tecavüz etmeye kalkacaktı.(11)
İtilaf devletlerinin Galata'daki pasaport dairesinden izin almadan İstanbul halkından kimse Anadolu tarafına gidemiyordu. (12) Edirne tarafına gitmek istediğinizde de Fransız zabıtasından vize almanız gerekiyordu. 29 Haziran 1920'den itibaren de artık Yunan konsolosluğundan da izin almanız gerekecekti.(13)
Tüm bu yaşananlar İstanbul halkının zihninden silinmeyecekti. İşgal kuvvetleri, İstanbul'dan gittikten yıllar sonra, 30 Kasım 1925 günü İstanbul'da yayımlanan Halk Gazetesi, halkı işgal döneminde yaşadıkları anılarını yazmaya davet etti. Türk askerinin İngiliz askeriyle kavgasına şahit olan bir vatandaşın anısı şu şekilde idi:
''Güzel İstanbul'un işgal altında inlediği bir gün Beyoğlu'ndan geçiyordum. Karşı kaldırımda bir Türk askeri dikkati çekti. Elindeki çıkından ve sefer tasından anlaşıldığına göre bu, zabitin evine yemek götüren bir emir eri idi. Düşük omuzları, hayattan bezgin, kasvetli çehresiyle ve ayağında yırtık çarıklarıyla kendisini bırakmış, başını eğmiş, gözleri öne müteveccih, sessiz, sedasız yürüyordu. Birdenbire karşıki barın kapısı açıldı. Üç İngiliz askeri göründü.
Uzun boyları ve kanlı gözleriyle bu mukaddes toprakların geçici hakimleri birbirleriyle kaba kaba şakalaşarak Türk askerinin önüne kadar geldiler. İçlerinden en kuvvetlisi ve vücutlusu hiç yoktan Türk askerinin önünde bir boksör vaziyeti takındı ve saniye geçmeden sağ eliyle Türk askerinin yüzüne dehşetli bir yumruk indirdi. Bu şiddetli yumruğun yakıcı tesiratı altında şaşalayan Türk askeri, hiç bozmadan, hiç ses çıkarmadan yolunda devam etmek istedi. Fakat bu yumruğu sağdan soldan iki darbe daha takip etti. İşte o zaman Türk yoluna devamdan vazgeçti. Elindeki çıkını ve sefer tasını, dökülmemesi için kaldırımın bir kenarına itinalı bir surette yerleştirdi. Başını kaldırdı, İngiliz askeri bir boksör gibi yumruklarını hazırlamış, karşısındakinin can alacak bir yerine vurmak için vaziyetler alıyordu. Arkadaşları da katılırcasına gülüyorlardı. Fakat dördüncü darbede karşılık geldi. Artık işgal, mahpus, zindan, ölüm tanımayan Türk, karşısında kendisinin iki misli büyüklükte olan İngiliz askeriyle kavgaya girişti.
İlk nazarda bu etli, kanlı İngiliz askerinin hayatından bezgin bir Türk erinin bir anda hakkından geleceğini tahmin eden ve eğlenceli bir manzara seyredeceklerine emin ve memnun olan İngiliz askerleri seyirci vaziyeti takındılar ve etraftan mücadeleye iştirake hazırlanan Rum palikaryalarına da mani oldular. Kavga iki dakika kadar devam etti. Ta çocukluğundan beri boks talimleri yapan, daima vücudunu konserve ve havyarla besleyen bu İngiliz askeri, Türk'ün vurduğu talimiz bir iki yumrukla, tramvay yoluna boylu boyunca uzandı.
Kim bilir hangi sebeplerle Sakarya ve İnönü zaferlerine iştirak edemeyen kahraman Türk askeri, yine eski haliyle, sefer tasını ve çıkınını bıraktığı yerden aldı ve kendisini yutacakmış gibi bakan yüzlerce düşman nazarı önünden uzaklaştı, gitti...''(14)
Ve Sultan Vahdettin…
O sultan ki, atası Fatih Sultan Mehmet'in kemiklerini sızlatırcasına, tecavüze uğrayan, ezan okuyan müezzinine ateş açılan, bayrağı yakılan İstanbul halkının dramını sarayından izliyordu.
İzlemekle kalmıyordu...
60 yaşına merdiven dayamış Sultan Vahdettin, devletin başında bin türlü bela varken, Türk milleti kan ağlarken, saray bahçıvanı Şaban Efendi'nin 19 yaşındaki kızı Nimet Nevzat hanımla evlenmeyi de unutmuyordu...
İstanbul'un fethi sırasında Osmanlı'ya ölümü pahasına direnen ve bu sırada can veren Bizans Kralı kadar bile olamamış Sultan Vahdettin, tahtını kaybetmemek uğruna aynı Anadolu halkına yaptığı gibi İstanbul halkını da işgalcilerin kollarına bırakmıştı.
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz